Gaziantep'te sivil toplumun heyecanlandıran çabaları, Ankara'da bürokratların karamsar konuşmaları, sonra da ABD'den gelen umutlandırıcı bir telefon, hangisi gerçek Türkiye?
Aslında hepsini bir arada yaşıyoruz. Önemli olan ise neyi öne çıkardığımız. Son dönemde, içeriden ve dışarıdan bazı güçlerin ve kesimlerin toplumumuzu umutsuzluğa sürüklemek için ellerinden gelen her şeyi yaptığını biliyoruz. Ama daha tehlikelisi korku siyasetiyle toplumu yıldırmak.
Toplum olarak buna direnmek ve inadına hayata asılmak zorundayız. Tıpkı Gaziantepliler gibi... Dün, AB Bakanı Volkan Bozkır'la gittiğimiz Gaziantep'te Sivil Toplum Örgütleri Toplantısı'na katıldığımı yazmıştım. O toplantının ikinci bölümü bir başka salonda yapıldı. AB fonlarından yararlanmak için çevreden, eğitime, el sanatlarından, şehirciliğe 2 bini aşkın sivil toplum temsilcisinin çabası, azmi gerçekten görülmeye değerdi.
Teröre, algı operasyonlarına inat Gaziantepliler hayata tutunmak, dünyayla buluşmak ve rekabet etmek için inanılmaz bir çaba harcıyor. Onları izleyince insan umutlanıyor. O umutla Gaziantep'ten ayrılıp, Ankara'ya gidiyorum. Bir işadamı dostumun davetiyle akşam yemeğindeyim. Masada bürokrasiden birkaç hanımefendi, üniversiteden "prof" unvanlı bir akademisyen ve iki işadamı var.
Daha sohbete başlarken, "ülke batıyor, bittik, öldük, konuşamıyoruz" edebiyatıyla karşılaşıyorum. Özellikle akademisyen ve bürokratlar, neredeyse 15 yıldır hiç bıkmadan söylenenleri tekrarlıyor: "Muhalif olanlar içeri atılıyor."
Sanki 10 yıl önceki cumhuriyet mitingleri dönemindeyiz, kafa hiç değişmemiş. Konuşmanın devamı da tekrardan öteye geçmiyor: "Başından beri bu hükümet IŞİD'i destekliyor, bu kadar mülteciyi alırsan olacağı bu!"
Bir ara öğretim üyesi profesör devreye giriyor: "Pirinçle kömürle oy verirlerse olacağı bu. Bizde çalışan görevli 6 ayda bir seçim olsun diye dua ediyor. Çünkü erzak torbası alıyor."
Hayretle yüzüne bakıp "Siz herhalde sadece Sözcü okuyorsunuz" diyorum. Cevabı çok ilginç: "Gazete de okumuyorum, televizyon da seyretmiyorum." Ben de, "Herhalde kitap da okumuyorsunuz" dedim. Bir akademisyenin bu sözlerine başka ne denebilir ki...
Ankara'yı geride bırakırken Hürriyet'te Ertuğrul Özkök'ün "Bak sen şu konuşana" yazısıyla karşılaştım. Özkök, arada bir de olsa doğru yazıyor. PKK'nın doğmamış bebek katili bir çetebaşının çıkıp "Erdoğan'ı devireceğiz" demesine de, adını vermeden iki ABD'li büyükelçinin, "Erdoğan istifa etmeli" sözlerine de "Sen kim oluyorsun lan" diye tepki verip, ekliyor: "Seçilmiş cumhurbaşkanına 'git' diyecek tek merci vardır.
O da Türk halkıdır. Sandıkta 'git' derse gider."
Şunu merak ettim, Acaba Özkök'e okuyucuları destek verdi mi? Bence vermedi. Tam tersi tepki almıştır. Neden biliyor musunuz? O kitleyi bugünkü noktaya Özkökler getirdi de ondan. Dün ne ektilerse bugün onu biçiyorlar.
Yazıyı, ABD'den arayan genç işadamı dostum Cenk Aydın'ın umut dolu şu sözüyle bitirelim: "Burada bir basket maçı izledim. Maçı kazanan takımın oyuncularıyla bir araya geldiğimde inanamayacağın bir şey oldu; oyuncuların çoğu Türkiye'de basket oynamak istediğini söyledi. Bunu duyunca inan çok gururlandım."