Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Mardin'de bölgeye yönelik yeni önerileri ilgiyle karşılandı ama beklenen de bir an önce hayata geçirilmeleri.
Çünkü Türkiye'nin Kürt meselesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tarihi Diyarbakır konuşmasıyla başlayan, Habur, Oslo ve Çözüm Süreci'yle devam eden güçlü bir geçmişi var. Bu süreçler, eksikliklerine, iç ve dış bütün engellemelere rağmen halkta karşılık buldu. Ancak henüz istenilen noktada değil.
Bunun birçok nedeni var. Sorunun çok boyutlu etnik bir mesele olması, bölgenin suni devletlerden oluşması, bölgeyle ilgili bölgesel ve küresel devletlerin kirli hesapları ve en önemlisi onlar açısından da kullanışlı olan PKK'nın şiddeti önceleyen ideolojisi.
Bütün süreçlere bakın, bir noktaya geldikten sonra PKK bir gerekçe bulup süreci sonlandırıyor. Bu sonlandırmalarda bütün bu kirli ilişkilerin etkisi var.
Durumu Öcalan'ın 2003 yılında Avni Özgürel'e söylediği şu söz özetliyor:
"Bu işi ben bitireyim desem, beni bitirirler. Türkiye tarafında en yüksekte buna karar verecek emir noktasındaki insan bu işi bitireyim dese, bitirtmezler, onu bitirirler"
Şu anda bu gerçeği bir kez daha yaşıyoruz. Suriye üzerinden karşı karşıya kaldığımız derin kuşatmayla sorun çok daha karmaşık bir hale getirilmek isteniyor. PKK'nın şiddetle ilişkisi ise durumu daha da derinleştiriyor.
Peki, bu kısır döngüden nasıl çıkacağız?
Tek çare var; PKK'ya rağmen çözüm girişimlerinden vazgeçmemek. Çünkü bugün Kürt toplumu, şiddete, "hendek terörüne" destek vermiyorsa bunda çözüm süreçlerinin ciddi katkısı var.
Bu sadece bize özgü de değil. AB üyesi İspanya yıllarca bizim kadar zor bir coğrafyada olmamasına rağmen Bask meselesiyle uğraşıp durdu. Defalarca ETA ile masaya oturup, ateşkes süreçleri başlattı. Ama her defasında ETA bir gerekçe bulup süreci sabote etti.
Elbette Bask meselesinin bize benzemeyen yanları var. Ama çözüm girişimleri yönüyle yaşadıklarımız neredeyse birebir benziyor. Özerklik verilmesine rağmen ETA "bağımsızlık" gerekçesiyle uzun yıllar şiddetten vazgeçmedi. Hatta 2005'te Sosyalist Parti Lideri Zapatero'nun başlattığı "Herkese istediği gibi kahve" modeli, yani "her özerk toplum anayasa çerçevesinde kalmak şartıyla kendi özerklik statüsünü dilediği şekle sokabilir" taahhüdü bile işe yaramadı.
ETA süreci bitirdi. Ve sonunda Zapatero da İspanya Meclis kürsüsüne çıkıp şunu söylemek zorunda kaldı: "Hata yaptığımı kabul ediyorum" Gördüğünüz gibi çözüm girişimleri sadece bizde kötüye kullanılmıyor. Bugün AK Parti'nin karşılaştığı problemle, 2005 yılında İspanya'daki Sosyalist Parti karşılaşmıştı. Burada önemli olan şiddet kullanan örgüte rağmen çözüm girişimlerinden vazgeçmemek. Çünkü ortada şiddettin mağdur ettiği bir toplum var.
Çözüm süreçlerinin önemine ilişkin, şimdi Anayasa Mahkemesi Başkanı olan Prof. Dr. Zühtü Arslan'ın başkanlığını yaptığı, Uluslararası Terörizm ve Sınır Aşan Suçlar Araştırma Merkezi (UTSAM) tarafından hazırlanan "İspanya'nın Terörle Mücadelesi" başlıklı bir raporda bugünü anlatan şu tespit dikkat çekici:
"ETA örneğinde de olduğu gibi demokratik açılımlar kısa vadede terör eylemlerini artırırken uzun vadede örgütün halk desteğinden yoksun kalmasını sağlamakta ve örgütün eleman kazanma sürecini olumsuz yönde etkilemektedir. Dolayısıyla bu sürecin sonuç vermesi adına sabretmek ve planlı adım atmak gerekiyor."
Bu konuda, geçmiş iktidarlarla kıyaslanmayacak şanslarımız da var; Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi sahici bir lider ve arkasında yüzde 50 halk desteği olan güçlü bir parti...