Türkiye, 90'lı yıllarda Kürt meselesi ekseninde en kanlı dönemi yaşadı. Resmi rakamla 35 bini aşkın insan yaşamını yitirdi. Meclis Faili Meçhul Cinayetler Araştırma Komisyonu kayıtlarına göre 17 bin 500 faili meçhul cinayet işlendi.
İşin mali boyutu da ürkütücüydü.
Kimine göre 400 milyar dolar kimi göre de farklı alanlardaki kayıplarla birlikte 1 trilyon dolar terör için harcandı.
Kısaca devletin güvenlik güçleri hem hukuk içi, hem de hukuk dış yöntemler kullanarak yapabileceği her şeyi yaptı.
Öyle ki, sonunda örgütün lideri de yakalanıp Türkiye'ye teslim edildi.
Gelinen noktayı o dönemin komutanlarından biri çıkıp şu minvalde bir açıklamayla yorumlamıştı:
"Askeri olarak yapılması gereken her şey yapıldı, şimdi sıra siyasi iktidarlarda…"
Bunun ne demek olduğu da çok açıktı; Kürt meselesine siyasi bir çözüm bulmak. O tarihlerde bu gerçeği birçok siyasi dile getirdi. Ancak, Demirel'in "Kürt realitesini tanıyoruz" sözü de, Erdal İnönü-Deniz Baykal ikilisinin "Kürt raporu" çabası da, Tansu Çiller'in "Bask modeli" açıklaması da, Mesut Yılmaz'ın "AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer" yaklaşımı da havada kaldı. Çünkü hiçbiri riske girip, söylediklerinin gereğini yapmadı.
Daha doğrusu onların çözüm niyeti olsa da olmasa da başta askerler olmak üzere bürokratik yapı bu sorunun çözülmesini istemedi.
Bugün de aynı gerçekle karşı karşıyayız. Alın bir yıl önce başlayan "Demokratik Açılım" sürecini…
Neden yürümedi? Bu tarihi adımın sekteye uğratılmasını sadece iktidarın beceriksizliğiyle açıklamak mümkün mü?
Kuşkusuz şu anda iktidarın her şeyi kuralına göre yapıp arkasında durduğu söylenemez. Ancak bu sorunu, AK Parti iktidarına çözdürmek istemedikleri de çok açık. Ne demişti bir CHP'li? "Kürt sorununu çözen tarihe geçer."
İşte tam da bu nedenle bu sorunun çözülmemesi için herkes elinden geleni yapıyor.
Yüksek yargı alesta bekliyor. Süren davalara müdahale etmek için inanılmaz bir çaba harcıyor. Ordu içindeki cuntacı güçler "Güvenlik zafiyeti" yaratılmasından bile çekinmiyor. "
Elimize ne geçti?"
Siyasi partilerin durumu daha da vahim… Değişim diye yola çıkan CHP'nin yeni lideri Kemal Kılıçdaroğlu açılıma "lanet" okuyor, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli "OHAL"ı geri çağırıyor.
Kısaca son birkaç yılda, siyasi ve ekonomik kriz beklentisi içinde olan bir siyaset sınıfı ve bürokratik yapıyla karşı karşıyayız.
İktidarın işi hiç de kolay değil. Bu nedenle iktidar yapısal değişim için öngördüğü ve toplumsal destek bulduğu tüm projeleri her şeye rağmen hayata geçirmek için çaba harcamalı ve söylediklerinin arkasında durmalı.
Özellikle bugünlerde terörün artması nedeniyle ağza alınmaktan bile korkulan "Demokratik Açılım"a belki de her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Bu yüzden "İnadına açılım, inadına demokrasi" demekten başka şansımız yok.
Bir an o 90'lı yılları bir kez daha düşünün. Onca kayba rağmen nereye geldik? Terörü durdurmanın tek yolu daha fazla insan öldürmek değil. Bu tecrübeyi en iyi biz biliyoruz. Bunun doğru bir yol olmadığını hep birlikte yaşayarak gördük. Bir kez olsun "demokratik çözüm yolunu" denemeliyiz.
Yerel yönetimleri mi güçlendireceğiz, özerkliği mi tartışacağız bunu bir an önce yapmalıyız.
Bunu tartışmak, gereğini yapmak her gün gençlerimizin ölmesinden daha iyi değil mi?
Taraf yazarı Markar Esayan; "Ortak tarihimizde uzlaşmayla çözülmüş tek bir vakamız yok bizim. Hep savaşmışız. Devlet on öldürmüş, mağdur bir öldürmüş ama savaşmışız. Söyler misiniz elimize ne geçti bizim?" diyordu köşesinde.
Artık herkes kararını vermeli; ölümlerden mi yoksa demokratik açılımın sürmesinden mi yanasınız? Hükümet de bu en zor günlerde bile "demokratik açılımın" sürdüğünü ve adım adım da olsa açılımın gereğinin yapılacağını açıklamalı.
Teröre ve komplolara rağmen…