Her kanlı çatışmadan, her siyasi sıkışmadan sonra Kürt meselesi bir süre konuşuluyor, sonra yine rafa kalkıyor.
Aktütün saldırısından sonra da benzer bir süreç yaşanıyor.
Köşe yazarları, siyasi aktörler her fırsatta cumhuriyetle yaşıt bu sorunun nasıl çözülebileceğini tartışıyor.
Cevabı aranan soru şu: Kürt meselesini çözmeye giden süreci başlatmak için ilk adımı kim atacak?
Bu sorunun muhatabının kimler olduğunu dolaylı anlatmaya gerek yok. İşin görünen çok net iki muhatabı var;
Devlet ve PKK...
Aslında devletin terörü bir siyasal araç olarak kullanan PKK'yı muhatap almayacağı da biliniyor. Bölgede görev yapan askerlerin saatlerce televizyonlardaki açıklamalarına bakılırsa 30 yıl sonra bile tek önerilen yöntem; "Terörün kökünü kazımak..."
Ama nedense bir türlü kazınamıyor. Tabii bu öneriye paralel olarak, bölgedeki feodal yapının değiştirilmesi, eğitim meselesinin halledilmesi, işsizlik ve yoksullukla mücadele edilmesi de göz ardı edilmiyor.
Göz ardı edilmiyor ama devlet tarafından da bu tür sorunların çözülmesi için bir adım atılmıyor.
Gelip tıkandığımız nokta bu. Belki bu halledilse sorun şiddet ekseninden kurtarılıp demokratik zemine çekilebilir.
Peki, bu neden yapılmıyor?
Bana kalırsa devletin içinde bu noktada iki farklı görüş çarpışıyor.
Biri, sorunu sürüncemede bırakmak, öteleyerek geciktirmek... Bunu isteyen kesimde "Ne kadar geç çözülürse o kadar iyi" düşüncesi hakim. Kısmi demokratik adımların atılması da sorun yaratmaz.
İkinci gruba gelince...
Onların olaya nasıl baktığını anlamak için yaklaşık 4 yıl önce yaşadığım bir anekdotu anlatmalıyım.
"Derin ses"in tespiti
Sanıyorum 2004'ün nisan ayıydı. AK Parti yerel seçimlerden başarıyla çıkmış ve Türkiye AB'ye girmek için hazırlanıyor. Ülkede, kapalı kapılar arkasında ne tür tezgahlar hazırlandığı bilinmiyor ama müthiş bir yumuşama ve barış havası var. PKK da 1999'da başlayan eylemsizlik siyasetini sürdürüyor. Ciddi bir terör olayı yok. İşte o günlerde Susurluk döneminden tanıdığım ve zaman zaman görüştüğüm ve "derin ses" dediğim isimle bir araya geliyoruz.
Bir süre sohbet ettikten sonra sözü ilginç bir noktaya getiriyor:
"Biz 90'lı yıllarda Kürt meselesinde doğru bir politika izlemedik. PKK'ya onun yöntemleriyle cevap verdik ve araya kan girdi. Ve sorunu kolay çözemeyeceğimiz bir noktaya geldik. Bu aşamada kimse topluma kalkıp artık Kürtlere haklarını vereceğiz demeye cesaret edemez. Bunu diyenlere şehitlerin hesabı sorulur."
Araya girip soruyorum: "AB sürecinde olumlu gelişmeler var. İdam cezası kalktı, demokratik adımlar atılıyor. Kimse bunlardan rahatsız değil."
"Size öyle gelebilir ama devletin içi kaynıyor. Ciddi bir iç çatışma var. Aynı şekilde PKK tarafı da yeni hazırlıklar peşinde. Tehlikeli bir sürece giriyoruz. Yeniden terör başlayabilir."
Bu açıklama karşısında şaşırıyorum. Ve merakla "Neden?" diye soruyorum.
"Bir değil birden çok nedeni var. Bir kesim Kürt meselesinin demokratik yollarla değil şiddetle çözülebileceğine inanıyor. Bu nedenle şiddet yeniden hayatımıza girecek."
Demek istediği şuydu; şiddet arttıkça toplum bıkacak ve "yeter artık bu sorunu çözün" diyecek.
Bu fikir o zaman bana çok şaşırtıcı gelmişti ama böyle bir şeyin olabileceğine ihtimal vermemiştim.
Çok değil iki ay sonra terör yeniden başladı. İnanmadığım, komplo diye baktığım olay gerçekleşmişti.
Son birkaç yılda yaşananlara, Ergenekon sürecine, karakol baskınlarına bakınca "derin ses"in anlattıklarının komplo olmadığı da ortaya çıkıyor.
Şimdi şiddet her geçen gün artıyor. Bunda bu aklın ne kadar katkısı var bilinmez ama toplumdaki gerginliğe bakınca artık Türkiye'deki "devlet aklı"nın ve siyasi iradenin devreye girmesi gerekiyor.
Ve Türkiye'yi şiddete sürükleyen iki taraftaki sağlıksız aklı devre dışı bırakarak, tek yolun demokrasi olduğunu göstermeli.