Türkiye'nin en iyi haber sitesi
MAHMUT ÖVÜR

Bir Büyükelçilikte 'parya' muamelesi

Başbakan Tayyip Erdoğan'la Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi Mehmet Ali İrtemçilek arasında yaşanan tartışma bugüne kadar üzerinde çok durulmayan önemli bir konuyu da gündeme getirdi.
Büyükelçilik ve konsolosluklarda görev yapanlar kendi vatandaşlarına karşı nasıl davranıyorlar?
Konuyu Türkiye'nin gündemine Sabah Yazarı Yılmaz Özdil taşıdı. İlginç üslubuyla "monşerler" dünyasını gözler önüne serdi.Dışişleri kadrosunda çalışan elitlerin büyük çoğunluğunun, Özdil'in bu yaklaşımına öfkelendiklerinden eminim. Ama emin olduğum bir şey daha var. O da şu; yurt dışıyla bir biçimde ilişkisi olan her vatandaşın Özdil'e hak verdiği.
Çünkü, benzer bir şeyi yıllar önce ben de yaşadım.
1987 yılıydı.
O yıllarda İran'la Irak arasında savaş vardı.
Aynı zamanda bölgede yükselen Kürt hareketleri de dünya siyaset sahnesine adım atmaya başlamıştı.
Dönemin etkili haber dergisi Nokta'da çalışan bir muhabir olarak Kuzey Irak'ın Kürt liderleri Mesut Barzani ve Celal Talabani ile görüşmek için İran'a gittim.
Sıkıntılı bir yolculuktan sonra Urumiye şehrine ulaştım. Orada Kürdistan Halk Partisi lideri Sami Abdurahman'la buluştum. Sami Abdurrahman daha sonra Mesut Barzani'nin yardımcısı oldu ve 2004 yılında Erbil'de bombalı bir saldırıda yaşamını yitirdi.
O günkü savaş koşullarında İran üzerinden Irak'a geçecek ve iki Kürt liderle görüşecektim. Bu görüşmelerden İran'ın güvenlik makamlarının da haberi vardı. Sami Abdurrahman görüşme için birkaç gün beklememi söyledi. Tam o sırada devreye İran güvenlik güçleri girdi ve geçici bir süre pasaportuma el koydu.
Ne zaman başvursam "Sorun yok. En kısa zamanda vereceğiz" cevabını alıyordum. Günler geçiyor ama pasaporttan haber gelmiyordu. Bu arada ben Mesut Barzani'nin ikinci adamı, şimdiki Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari ile görüştüm, Kuzey Irak dağlarına gidip Peşmerge kamplarını gezdim.
Döndüğümde bir sürprizle karşılaştım. İran güvenlik güçleri kaldığım otel odasına baskın düzenlemişti. O sırada odamda olmadığım için tutuklanmadım ama bir kısım fotoğraflarıma el konulmuştu.
İran istihbaratı adım adım peşimdeydi. Ne pasaportumu veriyorlar, ne de bir açıklama yapıyorlardı. Çaresizdim. Son olarak Urumiye'de bulunan Türk Konsolosluğu'na başvurdum. Ve gidecek yerim olmadığını söyledim. Yardımcı olacaklarını söylediler.
Artık konsoloslukta yatıp kalkıyordum. Aradan birkaç gün geçmesine rağmen hiçbir haber çıkmadı. Ben de belki etkili olur diye bir kez de dönemin Tahran Büyükelçisi Volkan Vural'ı aradım. Ve aradığıma arayacağıma bin pişman oldum.
Büyükelçinin Cumhurbaşkanı'nı temsil ettiğinin bilincindeydim ama bir büyükelçinin vatandaşına karşı böyle davranmasını da hala anlayabilmiş değilim. Adeta aşağılar gibi konuştu benimle.
"Ne işiniz var kardeşim burada. Başınız sıkıştığında bize geliyorsunuz."
Büyükelçi Vural'a, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumu, tabi ki buraya başvuracağımı" söylemem bile beni rahatlatmadı. İçim ezildi.
Bu muameleye rağmen yaklaşık 15 günüm konsoloslukta geçti. Ardından pasaportumu almak için konsolosluk görevlileriyle gittiğimde tutuklandım ve 11 gün hücrede kaldım.
Sonra dönemin Başbakanı rahmetli Turgut Özal ve Devlet Bakanı Kazım Oksay'ın devreye girmesiyle Türkiye'ye döndüm.
Konsoloslukta görevli olanların bana yardımlarını elbette unutmadım ama bir "sığıntı" muamelesi görmenin acısını da içimden atamadım.
Sadece bana mı? Oraya gelen herkese aynı biçimde davranıldığına onlarca kez tanık oldum. Hele bir yakını İran'da suç işleyen konsolosluğa başvurmuşsa onun durumu çok daha acıklı oluyordu.
Bırakın aşağılamayı neredeyse suçlu muamelesi görüyordu.
Peki Türkiye o insanlara neden maaş veriyor?
Kendi vatandaşına "parya muamelesi" yapmak için mi?
Bu nedenle Yılmaz Özdil haklı. Monşerler biraz da kendilerine bakmalı.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA