Geçtiğimiz hafta İzmir'de Alman ve Türk meslektaşlarımızla buluştuk. Gazetecilerden, akademisyenlerden ve sivil toplum kuruluşu temsilcilerinden oluşan bir grupla mülteci haberlerinin hem Türk hem de Alman medyası tarafından veriliş biçimini tartıştık.
Almanya'nın Ankara Büyükelçiliği tarafından düzenlenen seminerin konusu 'Mülteci Krizinde Medya Etiği' olarak belirlenmişti. Türkiye'de henüz yaygınlaşmamış olan 'fish bowl' yani'akvaryum' yöntemiyle beş oturum yapıldı. Bu oturumlarda sansasyonel haberciliğin etkisi,empati yorgunluğu, nefret söylemi, sosyal medya ve fotoğraf etiği gibi başlıklar tartışıldı.
Kendi adıma, son dönemde katıldığım en verimli ve keyifli toplantılardan biri olduğunu söyleyebilirim.
MAKBUL OLANLAR VE OLMAYANLAR
Dr. Barbel Röben hem gazeteci hem de medya üzerinde araştırmalar yapan bir akademisyen.
2015 Ekim'inden beri Alman medyasına daha hoşgörüsüz bir dilin hakim olduğunu söyledi. Özellikle Bild gibi bulvar gazetelerinin olumsuz haberlerinden sonra mültecilerle ilgili 'tehdit algısı'pekişmiş.
Seminerde hemen herkes 'biz ve onlar' ayrımına, ötekileştirme sorununa dikkat çekti ama Dr. Röben'in örneklerle ortaya koyduğu 'mülteciler arasında ayrımcılık' konusu ayrıca önemliydi. Meslektaşımıza göre sığınmacılar da medyanın gözünde 'nispeten kabul edilebilir olanlar' ve'olmayanlar' olarak ikiye ayrılıyormuş. Bu ayrımda dört faktör; etnik köken, cinsiyet, eğitim seviyesi ve din önemli rol oynuyormuş.
Kadınlar erkeklere, Suriyeliler Kuzey Afrikalılara, üniversite mezunları lise mezunlarına, Müslüman olmayanlar Müslüman olanlara tercih ediliyormuş. 'İslamlaşma tehlikesi' pompalayan haberler gün geçtikçe çoğalıyormuş.
MERHAMET YORGUNLUĞU
Der Spiegel dergisinden Maximilian Popp şöyle başladı sözlerine: "İlgi alanlarımdan biri olduğu için mültecilerle ilgili haberlerin artması beni sevindirmişti." Fakat zamanla korku ve panik doğuran bir haber bombardımanına dönüşmüş bu. Mültecilerle empati kurmak zorlaşmış.
Tam da bu noktada İslamofobi alanındaki çalışmalarıyla dikkat çeken Prof. Dr. Kai Hafez'ın ortaya attığı 'compassion fatique' yani 'merhamet yorgunluğu' kavramı önem kazanıyor. Dr. Hafez haberlerin artmasının ve haberlerde kullanılan dilin farklılaşmasının konuyu sıradanlaştırdığını, toplumu 'hoşgeldiniz' kültüründen uzaklaştırdığını; 'yardım edelim' anlayışından 'artık yeter'anlayışına taşıdığını söyledi.
'Fazla bilgi arzı', 'empati yorgunluğu' ya da 'merhamet bitkinliği' gibi kavramları Türk medyasının da tartışmasında yarar var. Sadece mülteciler değil, bütün dezavantajlı grup ve bireylerle ilgili haberlere bir de bu açıdan bakılabilir.
İNSANİ DEĞİL SİYASİ
Mültecilerden ya da sığınmacılardan söz ederken hep aynı kalıpları kullanırız. Onlar bizim için birer birey değil bir yığındır. Haberlerde hep sayılar vardır. Bu, hemen hemen bütün konuşmacıların rahatsız oldukları bir yaklaşımdı.
Benzer şekilde Metin Çorabatır başta olmak üzere birçok katılımcı mülteci meselesinin medya tarafından insani değil siyasi bir bağlamda ele alındığını, mültecilerin medyadaki temsilinin sorunlu olduğunu ifade etti. Bu durum Türkiye için de geçerli. Özellikle hükümet karşıtı medyanın mülteci haberlerine 'güvenlik' penceresinden bakmakta ısrar etmesi dikkat çekici...
Katılımcıların dikkat çektikleri konulardan biri de bu insanların suçla, belirsizlikle, uyumsuzlukla ve kaosla özdeşleştirilmeleriydi. Üstelik Prof. Dr. Bülent Çaplı'nın da belirttiği gibi bu konudaistatistiklerle algılar arasında derin bir uçurum olabiliyor. Algısal gerçeklik medya tarafından manipüle edilebiliyor.
TEK TARAFLILIK
Seminerin dördüncü oturumuna konuşmacı olarak katılarak mülteci haberlerinde gördüğüm iki soruna dikkat çekme şansı yakaladım.
Bunlardan ilki: Uzmanlık. Üzücüdür ki hem Alman hem de Türk medyasında mülteci haberleri yapan meslektaşlarımızın birçoğu bu insanların dillerinden, kültürlerinden bihaber. Dolayısıyla yanlış, eksik ya da derinliksiz haberlere imza atma ihtimalleri artıyor.
İkinci sorun: Adil ve dengeli olamamak. Sığınmacılar hakkında yapılan haberlerin pek azında sığınmacıların kendilerini ifade etmelerine imkan tanınmıyor. Yetkililerin, farklı toplum kesimlerinin ne düşündüğünü biliyoruz ama mültecilerin ne düşündüğü, ne yaşadığı, ne hissettiği kimsenin umurunda değil. Bu da ciddi bir 'tek taraflılık' sorununa yol açıyor.
Sosyal medyada da durum çok farklı değil. Gerekli araçlara sahip olmadıkları için mülteciler bu ortamlarda kendilerini temsil edemiyorlar ve asimetrik bir durum ortaya çıkıyor.
ETİK KOD İHTİYACI
İki gün süren seminerde Aylan bebeğin fotoğrafından, yılbaşı gecesi Köln'de yaşanan olaylara, sosyal medya ve hukuk ilişkisinden Avrupa'da ırkçılığın yükselişine pek çok konudan söz edildi.
Almanya Büyükelçiliği'ni kutluyorum. Umarım farklı ülkelerden uzmanları bir araya getirip bilgi ve tecrübe paylaşımına imkan sağlayan bu neviden toplantılar yaygınlaşır.
Herkes denize döndükten sonra akvaryumda ne kaldı sorusuna ise şu yanıtı verebilirim: Medyanın, dünya medyasının, mültecilere ya da sığınmacılara uyum sağlaması, mülteci haberleri konusunda ahlaki standartlar ve etik kodlar belirleyip bunlara uyması gerekiyor.
Aksi takdirde medya çözümün bir parçası olmak şöyle dursun sorunu büyütmekten başka bir işe yaramayacak.