Türkiye'nin bilim ve teknoloji ile ilgili beklentileri çok. Beklentilerin çok olmasına rağmen, geleceği yaratacak olan gençlerden bilim ve teknoloji alanında kariyer yapmak isteyenler, yok denecek kadar az. Gençlere hak vermiyor da değilim.
Şarkıcı, manken olup ünlü olmak varken neden düşük maddi getirisi olan bilimsel alanlarda kariyer yaparak canlarını sıksınlar?
AB'nin gençlik anketlerine göre, kaynak eksikliği ve kariyer imkânlarının kısıtlılığı sebebiyle bilim ve teknoloji pek ilgi görmüyor. Mesela aday ülke vatandaşlarının % 56'sı bilim ve teknoloji konularıyla ilgili değil veya bu konularda bilgisiz.
Aday ülkelerin bilimsel açıdan yetişmişlik düzeyinin AB ülkelerine oranla az olması da şaşırtıcı değil.
Temel bilimsel sorular hakkında Türkler, Romanyalılar ve Maltalıların en az, Slovenler, Çekler ve Macarların en çok bilgili olduğu ortaya çıkmış.
Kaynağın ve ilginin olmadığı bir yerde bilgi de olmaz. Türkiye bilim ve teknolojiye olan ilgi bakımından değerlendirildiğinde % 22'yle ortalamanın altında kalıyor.
Buna rağmen bilimsel ve teknolojik ilerlemelere en umutla bakıp en fazla beklentisi olan ülkelerden biri...
Yeni nesil bizden farklı, ne istediğinin yanında ne istemediğini de iyi biliyor.
Mürekkep kokusuna yabancı, internet ve elektronik ortamda yetişmiş.
Değişimle iç içe yaşadığı için her türlü ortama çok hızlı ayak uydurabiliyor.
En iyilerin % 60'ı yurtdışına transfer oluyor. Bilgi çağının en önemli kaynağı "bilginin" en hızlı ve güvenli transferi işte bu şekilde gerçekleşiyor.
Reklamlarda güvenilirlik ve başvuru öğesi olarak kullanılan en güvenilir kaynağın "İsviçreli" bilim adamları olması düşündürücü değil mi?
Bizleri ürünlerinin en iyi olduğuna inandırmak için sık sık bu kişilerin raporlarına başvuruluyor. Boş yere umut etmeyi bırakıp bir an önce kendi teknolojimizi ihraç etmek için gerekli iyileştirmeleri yapma zorunluluğu, küresel kriz sonrasında daha da belirgin hale gelmiş durumda.
Türkiye'deki ekonomik koşullar, istihdam şartları ve globalleşmenin sonucu artış gösteren beyin göçünü engellemeliyiz.
Kendi "altın şirketlerimiz" bu ihtiyaçtan hareketle, henüz onlarla ne yapacaklarını netleştirmemiş olsalar dahi, "entelektüel envanterleri" konusunda gayret gösterebiliyorlar.
Değer yaratacak beyinler, "kötü eğitim sisteminde, araştırma-geliştirme ve bilim- teknolojiye önem verilmeyen, istihdam koşulları yetersiz" olan yerlerde yeşermek veya meyve vermek istemiyor.
Ancak bu beyinleri burada tutabildiğimiz sürece, bilim adamlarımız yurtiçinde de yurtdışında da reklamlara konu olmayı başarabileceklerdir.
Kitap, bilginin en çok bilinen sembolü.
Her ne kadar internet, "bilgiye ulaşmada daha yetkin ise de" kitap, mürekkep yalamanın hâlâ en yaygın yolu.
Bırakın okulları, hayatta kalmak için düne göre daha fazla bilgiye ihtiyaç duyan şirketler dahi, kitap okumayı bir iş rutini haline getirmeyi düşünmüyor bile. Kitaba bile varmadan, binlerce dolar ödeyerek hazırlattıkları raporları dahi "derinlemesine okuyan yönetici" çok az. Danışmanlık firmalarının, yüzlerce sayfalık raporlarının önüne koydukları "yönetici özeti" dahi uzun gelmeye başladı. Genelde sözlü kültür üzerinden işler dönüyor ve mürekkep yalamak, hâlâ bizimkiler için "in" olamamış.
Mürekkep yalamayan neslin kaçırdığı şu; her ne yapıyor olursanız olun, sizden önce o konuda yaratılmış bilgiye ulaşmak zorundasınız. Bunun da yolu, mürekkep yalamaktan geçiyor.
"Bir mezun olsam şu kitapları yakacağım" nefretiyle kitaptan uzaklaşanlar, hayatın hangi basamağında durursa dursunlar, ne yazık ki o nefret ettikleri mürekkebe muhtaç hale geliyorlar.
Geçenlerde bir işadamı, oğlunun hiç kitap okumadığından yakınıyordu. Sordum; "seni hiç kitap okurken gördü mü?"
Cevabı; "hayır, zamanım yok" oldu.
Mürekkep yalamaya zamanın yoksa, zaman, seni uygarlığın taşrasına itiveriyor. Kişi olarak, kurum olarak, şirket olarak, ulus olarak.