Koronavirüs salgını, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de ekonomik açılardan zorlu geçmişti. Ama diğer yandan salgın, Türkiye ekonomisi için belli fırsat pencerelerini de aralamıştı. Çin'de uzun süren kapanmalar sonrası tıkanan tedarik zincirleri, Türkiye'de sanayiyi yeniden canlandırmıştı. Çin'den mal tedarikinde sıkıntı yaşayan ABD ve Avrupa, rotayı Türk sanayicilerine çevirmişti. Hızla artan ihracat, Türkiye'nin salgının daraltıcı etkilerinden dünya ortalamasına kıyasla daha hızlı çıkmasına katkı sağlamıştı. O dönemde özellikle yüksek teknolojili sanayi üretimi, hızlı bir ivmelenme yakalamıştı.
Sanayideki bu pozitif trend son aylarda dağılmaya başladı. Son altı ayın beşinde sanayi üretimi daraldı. Sadece içeride sıkılaşan finansal koşullar değil, başta Avrupa ekonomisi olmak üzere küresel ekonomideki durgun seyir de sanayiyi olumsuz etkiliyor. Yüksek teknolojili sanayi de bu gelişmelerden olumsuz etkilendi. Mart ayından sonra yüksek teknolojili ürün gruplarında üretim hacmi, ana trendin altına geriledi.
REKABET GÜCÜNÜ DOĞRU YERDE ARAMAK
Sanayicilerin ve ihracatçıların rekabet gücünü kur ve işçi ücretleri üzerinden ziyade katma değerli üretim ve verimlilik artışıyla sağlamaları, daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir gelişim yoludur. Ama reel sektörün dönüşümü de öyle bir anda olamıyor. Teknolojik dönüşüm zaman alan bir iş; istikrarlı bir ilerlemeye ihtiyaç var. Hazır salgından sonra yüksek teknoloji grubunda bir ivme yakalanmışken, bunu korumak gerekiyor.
Bu açıdan değerlendirildiğinde, Yatırım Taahhütlü Avans Kredisi (YTAK) Programı ve HIT-30 gibi seçici ve nitelikli teşvik politikaları büyük önem taşımaktadır. Böylesi stratejik teşviklerin ağırlığını daha fazla artırmalıyız. Aynı durum finans piyasaları için de geçerli. Kredi ve finansal fonların daha büyük kısmını, üretimini teknolojik olarak dönüştürmeye istekli ve hazır şirketlere yönlendirmeliyiz. Ve tabi ki teknoloji odaklı bir girişimcilik ekosistemi için kurumsal altyapımızı güçlendirmeliyiz. Orta ve uzun vadede yüksek teknolojili ihracatın payını yüzde 4-5'lerden yüzde 20-30 bandına çekmenin yolu bu politikalardan geçiyor.
TÜKETİM HARCAMALARININ İKİ YÜZÜ
SIKI para politikası şu ana kadar daha çok ekonominin arz/üretim tarafını soğutmuş olsa da gecikmeli etkiler son dönemde tüketim harcamaları tarafında da kendini hissettiriyor. Enflasyonla mücadelede, iktisatçıların ve politika yapıcıların aklına genellikle ilk olarak talebi soğutma stratejisi geliyor. Ama, talepteki soğumanın bileşenleri ve kompozisyonu çok daha kritik bir konudur. Zira talepteki yavaşlamanın kendini zorunlu harcamalardan ziyade, daha çok ihtiyari harcamalarda göstermesi daha sağlıklıdır. Türkiye'de eğilimin bu yönde olduğuna yönelik emareler olsa da yüksek gelirli kesimlerin harcamalarda ayağını yeterince gazdan çekmediğini görüyoruz. Dar ve orta gelirli kesimlerin satın alma gücünde yaşadıkları kayıplar, onların taleplerini mecburen frenliyor.
Ellerinde yüksek miktarda gayrimenkul ve finansal varlık olan kesimler ise kendilerini yeterince sıkmıyorlar. Türkiye, son yıllarda gelir dağılımında hissedilir bir bozulma yaşadı. Toplumun en zengin yüzde 20'lik kesimi, toplam gelirin yüzde 48.8'ini elinde tutuyor. On yıl önce bu oran yüzde 45.9'du. Gelir dağılımındaki bozulmanın nedenlerinden bir tanesi, enflasyon. Bununla birlikte, gelir dağılımındaki bu çarpıklığın kendisi de bir süre sonra enflasyonun yüksek kalmasına neden olan bir unsura dönüşebiliyor. Rant ve faiz gelirlerinden yüksek kazanç elde eden kesimler, dayanıklı tüketim malları ve hizmetlere yönelik yoğun talepleriyle enflasyon üzerinde baskı oluşturuyorlar. Altın, döviz, faiz ve borsa yatırımlarındaki getirilerini dönemsel olarak realize ederek tüketimlerini arttırabiliyorlar. Tabi bir de çok yüksek kira gelirine sahip olan bir kesim var. Maalesef bu ortamda dar ve orta gelir gruplarının harcamaları çok daha fazla soğuyor. Enflasyonu talep tarafında asıl körükleyen yüksek gelir ve servet sahibi kesimlerin tüketim harcamaları ise görece güçlü kalmaya devam ediyor. Para politikalarının tüketim talebini ayrıştırıcı biçimde yavaşlatma kapasitesi sınırlıdır. Merkez bankaları gelir ve servet etkisi üzerinden oluşabilecek enflasyonu yeterince kontrol altına alamayabilirler. Dolayısıyla, enflasyonla mücadeleyi daha etkin kılabilmek için maliye politikalarının bu sürece destek sağlaması gerekir. Bu da vergi adaletini sağlamaya dönük uygulamalara ihtiyaç duyulduğu anlamına geliyor.