İmalat sanayimiz salgın döneminde etkileyici bir performans gösterdi. Yüksek büyüme rakamlarına ulaşılmasında, ihracat rekorlarının kırılmasında ve toplam istihdamın salgın öncesi seviyelerin üzerine çıkmasında imalat sanayinin rolü büyük. Salgından önceki 10 yıllık süreçte 'erken sanayisizleşme' problemi ile cebelleştiriyorduk. İmalat sanayinin GSYH'den aldığı pay 2009'da yüzde 15'lere kadar düşmüştü. İmalat sanayinin üzerindeki ölü toprağını atıp kendini yeni sürece adapte ederek üretimi, ürün çeşitliliğini ve ihracatta müşteri sayısını artırması Türkiye ekonomisinin geleceğine dair umut verici bir performans. Bu sayede imalat sanayinin payı yüzde 22'ye kadar çıktı.
YENİ YATIRIMLARA İHTİYAÇ VAR
Son açıklanan veriler, yaşanan badirelere rağmen, imalat sanayinin kapasite artışında tam gaz ilerlediğini gösteriyor. İmalat sanayi kapasite kullanım oranı salgın öncesindeki seviyesini bu yılın ikinci çeyreğinde aşmıştı. Şimdi 80 eşiğine doğru ilerliyor. Bu seviyeler aslında yapısal olarak üretim kapasitesinin sınırına ulaşıldığını ve yeni yatırımlara ihtiyaç duyulduğunu söylüyor. İmalat sanayinin sadece fiyat bazında değil kalite anlamında da rekabetçi gücünü artırabilmesi ve ölçek ekonomisinin nimetlerinden faydalanması için yeni yatırımlar yapması şart.
FİNANSAL KOŞULLAR YATIRIMLARI BASKILIYOR
Finansal koşullar bu noktada büyük bir engel teşkil ediyor. Yatırımları artırmak için uzun vadeli finansman olanaklarına ihtiyaç var. Ama uzun vadeli kredilerde yaprak kımıldamıyor. Merkez Bankası son dört ayda politika faizini kademeli olarak yüzde 19'dan yüzde 14'e çekse de bu indirimler kredi faizlerine kalıcı olarak yansımadı. Enflasyon görünümündeki bozulma ve kurdaki oynaklığın finans piyasaları üzerindeki olumsuz etkileri kredi faizlerinin yükselmesine neden oldu. Bankalar reel sektöre kredi verirken 3-6 ay gibi kısa vadeleri tercih ediyorlar. Uzun vadeli kredi verme iştahı neredeyse sıfır.
1 haftalık repo işlemlerinde hükmü olan politika faizinin piyasa faizlerini düşürmede ve kredilerin yatırımlara yönelmesini özendirmede yetersiz kaldığı bir ortamda Merkez Bankası alternatif yöntemleri düşünebilir. Örneğin Avrupa Merkez Bankası'nın uyguladığı 'Uzun Dönem Güdümlü Refinansman Operasyonu' gibi. Bu uygulama çerçevesinde Merkez Bankası, seçili sektörlerde (11. Kalkınma Planı'nda yer alan stratejik sektörler ve Türkiye'nin küresel tedarik zincirinde kendini daha yüksek seviyelerde konumlandırmayı hedeflediği belli başlı ihracatçı sektörler gibi) faaliyet gösteren şirketlerin yatırımlarını finanse etmek koşuluyla bankalara uzun vadeli finansman olanakları sunabilir. Bu yöntem, kredilerin verimsiz alanlara yönlenmesini de belli ölçülerde engelleyebilir. Enflasyonun artma eğilimde olduğu bir dönemde bu politika, para arzı ve kredi dağılımını daha dikkatli yönetmemize destek sağlayabilir.
Büyük şirketler kendi öz kaynaklarıyla ya da kredibiliteleri ve teminatları sayesinde finansman olanaklarını çeşitlendirerek ihtiyaç duydukları yatırımları bir şekilde gerçekleştirebiliyorlar. Ama KOBİ'lerin finansmana erişimi sıkıntılı. Bankacılığa/krediye dayalı bir finansal sistem Türkiye'ye dar geliyor. Daha istikrarlı ve derin bir finansal sistem inşa etmek için ortaklığa dayalı finansman modellerini geliştirmemiz şart. KOBİ borsası, girişim sermayesi, kitle fonlaması ve daha niceleri... Aslında buraları geliştirmeye yönelik son birkaç yıldır çalışmalar yapılıyor. Ürün sayısı artırıldı, yeni düzenlemeler ve tebliğler yayınlandı, teşvik mekanizmaları ortaya kondu. Demek ki daha fazlasını yapmamız gerekiyor. İçinde bulunduğumuz koşullar ortaklığa dayalı finansman modellerini ihya etmeyi zorunlu kılabilir. Belki de KOBİ'ler finansal okuryazarlıklarını artırarak alternatif finansal yöntemlere yönelme zorunluğu hissedecekler. Tasarruf sahipleri birikimlerinin enflasyon karşısında değer yitirmemesi için bu tip finansal enstrümanlara ve kurumlara daha fazla kaynak sağlayabilirler. Tabi bir taraftan da kamu, rolünü sadece düzenleme ve denetleme ile sınırlı tutmayabilir ve kolları sıvayarak 'piyasa yapıcı' bir rol üstlenebilir.