Milletin iradesi doğrultusunda siyaset eliyle yönetilen mekanizmaya devlet diyoruz. Devlet tasavvuru farklı olan aktörlerin değişik gerekçelerle güncellenen bilek güreşine karşın, toplumun sağduyusunun temsilcileri, "demokratik devleti" esas alıyor. İşte bu nedenle bizler, millet adına devleti yöneten kadroların siyasal kararlılığını ve duruşunu önemsiyor, dizginleri elinde tutması gerektiğini savunuyoruz. Biliyoruz ki devlet kurumları bünyesindeki bürokrat ve teknokratlar, politika uygulamalarına etki edebiliyorlar. Bu etkileşimli süreç; döneme, sorunlara, iç ve dış dinamiklere göre baskı grupları ile kimi kayıt dışı unsurların aktive olmasına da yol açabiliyor.
Kabul edelim ki Türkiye böyle durumlarla ilk kez karşılaşmıyor.
Mühim olan husus...
Sosyal dengeyi sarsmayı, yönetsel istikrarı bozmayı, güven ortamını zehirlemeyi hedefleyen kişi ve olaylar karşısında kuralların işletilmesi, kurumların görevini yerine getirmesidir. Türkiye Cumhuriyeti, sağlam hukuki ve idari mevzuatının yanı sıra birikimi ve tecrübesi olan devlet kimliği ile her türlü türbülansın veya şahsa dayalı senaryonun üstesinden gelecek kabiliyettedir.
***
Yukarıdaki çerçeveyi çizmenin sebebi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın dünkü konuşmasından ön plana çıkarttığım bir mesajından kaynaklanıyor. Cumhurbaşkanımızın, "Açın önümüzü, daha yapacak çok işimiz var" cümlesini, toplum psikolojisinden ekonomiye, siyasetten diplomasiye kadar geniş bir yelpazede, "kuşatmayı yarma hamlesi" olarak görmek mümkün. Bu tespitimi yazarken "Ama" ile başlayan ya da "tepkisellik" içeren karşı çıkışları da duyar gibi oluyorum. Günde onlarca kez muhatap olduğumuz bu itiraz ve ihtirasların, masum ve makul olanlarını aklımızın bir köşesine yazıyoruz. Anlık ve sıcak biçimde hissedilen sosyoekonomik sıkıntıları göz ardı etmiyor, ancak karamsarlığa teslim olmamak gerektiğini düşünüyoruz.
Peki, neden?
Bakınız...
Kuzey Irak'tan Suriye'ye, Libya'dan Somali'ye, Doğu Akdeniz'den Ege'ye, Kosova'dan Karabağ'a, Kıbrıs'tan Katar'a uzanan coğrafyada hak, alaka ve menfaatlerini koruyan Türkiye tablosu olmazsa, üzerine titrediğimiz birlik, beraberlik ile üniter devlet yapısını daim kılmakta çok zorlanırız.
Bazı öncelikler vardır ki hayatidir, siyaset üstüdür. Halihazırda Türk ve İslam âlemini tehdit kaynağı olarak gören ülkelerin kurgusu, bizlerin teyakkuzda olmasını zorunlu kılmaktadır. Kudüs'ün bağrına saplanan hançerin acısının İstanbul'da hissedilmesinin nedeni budur.
Türkiye ekonomisi, ağustos 2018'deki kur saldırısından bu yana, pandemi şokunun da olumsuz etkileri yüzünden büyük bir sınamadan geçmektedir. Evet, zorluklar vardır. Lakin kimsenin elinde sihirli değnek yoktur. Esas olan ülkeyi yönetenlerin sıkıntıların farkında olması ve çözüm için çabalamasıdır. Bu irade şu an mevcuttur. Sistemi sorguladığını ileri süren muhalefetin, halkın duygularını manipüle etmek dışında samimi reçetesi yoktur.
Türkiye bütçesi, halkın ekonomik açıdan en kırılgan kesimleri ile esnafın ve hizmet sektörlerinin kayıplarını telafi edecek marja hala sahiptir. Bu imkanlar bundan sonra da kullanılmalıdır. Tabii ki kamunun göze batan cari harcamalarında da tasarrufa gidilmelidir.
Türk sağlık sistemi pandemide başarılı bir sınav vermiştir. Global şartlar göstermiştir ki aşı/ilaç/tıbbi cihaz sektörlerinde Türkiye model ülke olmalıdır. Bunun yolu arge'den, onun yolu da eğitimden geçmektedir. Pandeminin dayattığı uzaktan eğitim yöntemi, asgari ihtiyaçları karşılamasına rağmen "eğitim açığı" Türkiye'nin mutlaka aşması gereken problemidir.
İstihdam; özellikle gençlerin istihdamı, kadınların üretime katılması, sanayinin rekabetçiliği, gelir dağılımının iyileştirilmesi, sığınmacı sosyolojisinin idaresi de asli gündem maddelerimizdir.
Güvenliğin tahkimi, özgürlüklerin teminatı, insan onurunun yüceltilmesi, adalet algısının iyileştirilmesi, kamu yönetiminin etkinliği, haliyle yeni ve sivil anayasa da hava ve su kadar gereklidir.
Özetle...
Milletin gündemi bellidir. Kurumlar çalışmalı, kurallar uygulanmalı, sansasyona prim verilmemelidir!
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz