Kamu bankalarının bırakın elini, gövdesini dahi taşın altına uzattığı bu hassas günlerde özel bankaların tutum ve davranışları haliyle ciddi eleştiri konusu oluyor. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın da işaret ettiği gibi pırıltılı reklam kampanyaları gerçekleri görmemizi engellemiyor. Hoş, o reklamlarda da esnafa, tüccara, sanayiciye yeni kredi açıldığına dair tek bir mesaj yer almıyor. Sadece, vadesi gelen mevduatlar, dönem faiziyle birlikte sonraki aya uzatılıyor, o kadar.
Tabii "özel banka" deyince, yerli ve yabancı sermayeli olanları da ayrı ayrı ele almak gerekiyor. Hatta meseleyi banka bazında tek tek değerlendirmekte de fayda bulunuyor. Zira, özel bankalar topluluğu orta sahada top dolaştırmaya imkan veren, taktik gerekçeler üretebiliyor. Örneğin diyorlar ki "Kamu bankalarının kredi programları vatandaşa çok cazip geliyor. Bize sadece eski kredileri yenileme talepleri ulaşıyor!"
Oysa hepimiz biliyoruz ki özel bankalar, "sağlıklı ticari kredi talebi yok" bahanesi ile müşterilerine kırk dereden su getirterek, sonunda kamu bankalarına yönlendirmeyi tercih ediyorlar!
Ayrıca, "Dış kaynak girişinin yetersizliği, ekonomik hayatta duraklama, bireylerin gelir güvenceleriyle ilgili belirsizlik" gibi argümanları da sıkça kullanıyorlar.
***
Bütün bunlardan da önemlisi, karar merkezleri Türkiye'de bulunmayan yabancı hakimiyetindeki veya ortaklığındaki bankaların yöneticileri de İspanya'yı, Fransa'yı, Hollanda'yı ikna etmekle meşgul oluyorlar. İşte madalyonun bu yüzü, bizleri teyakkuza geçmeye zorluyor. Nedeni de 2001 yılındaki ekonomik kriz sürecinde yatıyor. O tarihte bilhassa özel bankalar, hatta kamu bankaları ortak yönetim kurulu adı altında faaliyet gösteren sonradan türeme aktörler, Türk özel sektörünün çok değerli varlıklarını yaşatmak yerine bitkisel hayata sokmaya dönük stratejilerini hayata geçiriyorlardı. Senelerin emeği ile kurulmuş şirketler, fabrikalar yok pahasına yeni sahiplerine (!), yabancılara devrediliyor ya da yönlendiriliyordu.