15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye ekonomisinin gösterdiği direnç takdire şayandır. Darbenin akamete uğratılmasından sadece iki gün sonra 18 Temmuz 2016'da piyasalar açıldığında, hayatın normal akışını sürdürebilmesi, iktisat literatürüne geçecek kadar önemlidir. Bankaların olağan işlemlerine devam etmesi, fabrikalarda üretimin kesilmemesi, tedarik zincirinin kopmaması, vatandaşın devlete güvenini teyit etmesi, bürokrasinin proaktif davranması, siyaset kurumunun ülkeyi yönetme gücünü pekiştirmesi, dünyanın seçkin üniversitelerinde ders olarak okutulacak kadar istisnaidir.
15 Temmuz ve sonrasında, bilhassa kredi derecelendirme kuruluşları üzerinden Türkiye ekonomisine kurulan tuzağın bozulması, dış şokla sarsılmak istenen ekonomide, Ankara'nın karşı hamleler geliştirmesi, banka bilançolarının iyileştirilmesi, kredi kullanan firmaların canlı tutulması, büyümenin desteklenmesi ise tarihi kararlardır. Benzerine ve eşine çok az rastlanır.
***
Gelinen noktada ekonomi ile ilgili pek çok soru ile karşılaşıyoruz. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
"Türkiye ekonomisi her türlü kriz senaryosunu tersine çevirecek kudrete sahip." Lakin ölçümüzü, kriz savar bir ekonomiye sahip olmaktan ibaret mi sayacağız? Yoksa kişi başına milli gelirin 25 bin dolar ve üzerinde olduğu, dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasında yer almış, yerli markalarını küresel söz sahibi haline getirmiş, teknoloji üreten bir ülkeden mi söz edeceğiz? Ekonominin mevcut hali ile yetineceksek, tatmin edici çok nedenimiz var. Ekonomiyi bir üst lige taşıyacaksak, yapacak çok ama çok işimiz var. Şurası bir gerçek ki bugünden itibaren yıllık yüzde 5 büyüme ortalamasını tuttursak bile Cumhuriyetimizin 100. yılında, yani 2023'te ulaşmak istediğimiz noktanın gerisindeyiz. O hedeflere epey gecikmeyle varabilecek tempodayız.
Kuşkusuz; darbe atlatan, kur şoku geçiren, terör belası ile uğraşan, sığınmacı problemlerini çözmeye çabalayan, bölgesel güvenlik riskleri ile boğuşan Türkiye'nin bu kadar büyük badireye rağmen dimdik ayakta durması vazgeçilmez değerdedir. Bununla birlikte, ana yürüyüş doğrultusu moral bozmadan, -geçerli de olsa- mazeret üretmeden muhafaza edilmelidir.
İşte bu nedenle, kamu sektörü adına
"reform" derken,
"özel sektörün de kendisini yeniden yapılandırması gereğine" de odaklanmalıyız. Bu konuyu,
"Endüstri 4.0" ajandası ile düşünmek mümkünse de bunun dışında sektörel veya firma düzeylerinde de yeni yol haritaları ve reçeteler oluşturmak zorundayız.
Örneğin,
Firmalarımızın norm kadrosu ne olmalı? Şirketlerimiz ne kadar verimli? Firma bazında rekabetçilik kapasitesi hangi düzeyde? İhtiyaten diye yatırım dışında tutulan kaynak miktarı nedir? Piyasada açık ve örtülü tekelleşme eğilimi ne seviyededir? Fiyat oluşum sürecindeki sakatlıkların tedavisi neden gecikmektedir? Aracılık maliyetini yükselten unsurlar nelerdir? Firmaların maliyetini artıran bürokratik ve yerel faktörler nasıl azaltılabilir?
Bu ve benzeri sorulara çözümler üreterek özel sektörü, kendi iç dinamizminin yanı sıra, genel devlet stratejisinin bir parçası olarak da yönlendirmek, teşvik etmek Ankara'nın boynunun borcudur.