28 Aralık 2011'de Hakkâri Uludere'de TSK'ya ait uçakların 34 kaçakçıyı PKK'lı sanarak vurması, Türkiye'yi derinden sarsmıştı. Bölgeye ve ülkeye çöken hava çok ağırdı.
Okyanus ötesinin unsurları meseleyi, atanmasını bir türlü içlerine sindiremedikleri dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın üzerine yıkmaya çok heveslilerdi.
Dönemin CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, "34 yurttaşımızı bilerek ve isteyerek öldürdük" diyordu.
Türkler ve Kürtler arasında derin bir yarılma yaratılmak isteniyordu. Basında hükümetin terörle mücadele konseptini değiştirdiği, "PKK'yı değil sivil Kürtleri öldürmeye hazırlandığı" algısı yerleştirilmeye çalışılıyordu.
Bölgeye gidip sınırın hemen dibindeki köyde felaketten kurtulan birkaç isimle ve yakınlarını kaybeden köylülerle röportaj yapmıştım. Olayın içine girdikçe, ayrıntıları deştikçe hikâyenin anlatıldığı gibi olmadığını anlıyordum.
Aradan geçen 12 yılın ardından neler olup bittiğini çok daha net görebiliyorum.
Uludere, hazırlıkları süren Çözüm Süreci'nin toplumsal zeminini dinamitlemek için tertiplenmişti.
Sabotajcıların medyadaki aparatları, "Erdoğan, Kürtleri katledeceği tankları yürütmek için otoban yapmaya başladı" diye yazarken Başbakan, Çözüm Süreci'ni ilan etmeye hazırlanıyordu. Büyük bir siyasi riski göze alıyordu. İlk kez "üçüncü tarafların" dâhil edilmeyeceği bu milli projeyi yürütecek olan Hakan Fidan da Uludere'den bir buçuk ay sonra 7 Şubat'ta gözaltına alınmaya çalışılacaktı.
Türkiye'nin içerideki PKK sorununu kökten çözmesi, Suriye ve Irak'ın kuzeyinde kurulmaya çalışılan YPG-PKK devletinin moral gerekçelerini ortadan kaldıracaktı.
Bakıyorum, o günlerde Çözüm Süreci'ni sabote etmek için Uludere'de devlete tuzak kuranları gizlemek için çırpınanlar yine işlerini yapıyorlar.
Uludere'yi anarken, "Aydınlatılsın" derken, o dönem bölgedeki istihbaratımızın yegâne kaynağı olan Okyanus ötesini, İsrail'i ağızlarına bile almamalarının başka izahı var mı?
***
TEORİDE NURİCİ PRATİKTE ZEKİCİ
Nuri Bilge Ceylan, sinemanın tüm anlatı öğelerini ustalıkla kullanan, hiçbirini ihmal etmeyen "auteur" bir yönetmen. Eserlerindeki parmak izi çok uzaktan bile okunabilir.
Tarzı, dramatizasyonun ağırlıklı olarak diyalog ve müzikle kurulmaya çalışıldığı, oyuncuların abartılı jest ve mimiklerle gerçekliği katlettiği "geleneksel" sinemamızdaki nadir örneklerden.
Mesela pek çok yönetmen için aydınlatmadan başka bir anlam taşımayan "ışık" öğesi, onun için yan anlam yaratmanın bir aracı. Sinemanın evrensel diline vâkıf ve sadık olduğu için de uluslararası saygın festivallerden ödüller alıyor.
İşini ciddiye alıyor.
Zeki Demirkubuz da sinemamızda yalın gerçekliğe en çok yaklaşan isimlerin başında geliyor. Hayranı olduğu Dostoyevski'nin izinde güçlü karakterler yaratıyor. Kader'de Ufuk Bayraktar'ın canlandırdığı Bekir karakteri, asi arketipinin kusursuz bir örneği mesela. Ne var ki anlatının bütün yükünü olay örgüsü ve karakterlerin üstüne yıkarak nereye kadar?
Sanırım bu yüzden sinema dili, yarattığı atmosfer Ceylan'a göre yerel kalıyor.
Özetle Ceylan'ın sineması bana daha yakın geliyor.
İki yönetmenin henüz serim aşamasını izlediğimiz basın üzerinden yürüttükleri tartışmada ise Demirkubuz'un yanındayım.
Demirkubuz dobra, yüzleşme yanlısı, takılıp kalmayan, samimi bir karakter gibi görünürken Ceylan biriktiren, hesabı kitabı, hırsı biraz fazla abartan, ima eden taraf olarak algılanıyor.
***
POLİSE EN ÇOK HUKUK YAKIŞIR
Organize suç örgütlerine yapılan operasyonlarda ele geçirilen lüks otomobillerin polis aracına çevrilip kullanılmak üzere sahaya sürülmesini eleştirmiştim.
"Çok yakmazlar mı?" diyerek yaptığımız ironiyi ciddiye alanlar, meselenin bir tercihten ibaret olduğunu sananlar, "Olsun yakışır polisime" diyorlar.
Yakışmaz.
Çünkü yasalara göre mahkeme kararıyla müsadere edilen eşyalar kullanılamazlar. Ya muhafaza altına alınırlar ya da satışa çıkartılırlar.
Yoksa, konuyu geyik yapmak için, yer dolsun diye tartışmıyoruz.
Kurumsallaşmış bir demokraside polise yakışan lüks arabalar değil hukuka uygun hareket etmektir.