Tanınmayan, bilinmeyen ve solunum yoluyla yayılan bir virüsle karşılaşınca paniklemek son derece insani, doğal.
Ancak ilk şokun üzerinden nerdeyse bir yıl geçti.
Virüsü ilk günlere göre daha iyi tanıyoruz. Bilimsel çalışmalarda ve deneme yanılma yöntemiyle uygulanan tedavilerde kayda değer ilerlemeler sağlandı.
Örneğin, başlarda solunum şikâyetiyle hastaneye her gelenin entübe edilmesinin yanlış, tedavi için verilen kimi ilaçların da zararlı olduğu artık kabul ediliyor.
Her gün, birbiri ardına yeni aşılar bulunduğu duyuruluyor.
Ne var ki ilk günlerdeki panik hali yerli yerinde duruyor. Telaşla, refleksi olarak getirildiğini düşünebileceğimiz uygulamalar, önlemler ve yasaklar da...
Açık havada maske zorunluluğu, sokağa çıkma yasakları, seyahat engelleri, ticaret kısıtlamaları, sanatsal faaliyetlerin durdurulması gibi olağanüstü hal uygulamaları yürürlükte.
Oysa geçen süre içerisinde tüm bunların işleviyle ilgili bilgi ve deneyim sahibi olduk.
***
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz
Yazın açık havada yan yana olmamıza rağmen vakalar düştü. Havaların soğumaya başlamasıyla birlikte kapalı mekânlara girdikçe de sayı arttı.
Evet, tıpkı grip gibi.
Virüsün yayılım hızının alınan tedbirlerle değil, diğer solunum yolu hastalıklarında olduğu gibi
mevsimsel değişimlerle ve buna bağlı olarak
insanların bağışıklık durumlarıyla ilişkili olduğunu yaşayarak gördük. Araştırmalar,
D vitamini takviyesi ve "gargara" (Bkz. Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta) gibi basit yöntemlerin yasaklardan daha iyi çalıştığını ortaya koyuyor.
Maskenin işlevsiz olduğuna, bazı durumlar hariç, yaygın kullanımının zarar verdiğine dair yayınlanan bilimsel makaleler de buradan DSÖ merkezine yol olur.
Evlere kapanmanın sonuç vermediğini ise "evde kal" kampanyalarının mucitleri bile kabul ettiler. Belirti gösteren insanların
temiz havaya, hareket etmeye ve morale ihtiyacı olduğunu hekimler söylüyorlar. Araştırmalar da bulaşların tamamına yakınının evlerde gerçekleştiğini ortaya koyuyor.
İzolasyonun en çok dillendirilen gerekçesi olan
hastanelere aşırı talep ve sağlık sisteminin kilitlenmesi senaryosu da pik dönemlerinde bile yaşanmadı. Kaldı ki, yoğun talebin de medyanın körüklediği panik havasıyla grip belirtileri gösteren herkesin hastanelere koşması yüzünden oluştuğu da ortada. Çünkü hastalığı ayakta atlatacak kişiler sağlık personeliyle gereksiz yere temasa geçtiler.
Ticaret ve seyahat kısıtlamalarının neden olduğu yıkımsa şimdiden hissediliyor. BM rakamlarına göre işsizliğe, açlığa bağlı çocuk ölümleri tavan yaptı.
***
Tüm bu bahsettiklerim, dünyanın çeşitli ülkelerinden saygın üniversitelerin, Nobelli bilim insanlarının ve hekimlerin araştırmalarından, açıklamalarından, istatistiklerden. Bir
dinin ya da ideolojinin argümanları değil.
Aşı karşıtı da değiliz. Sadece
bilimsel veriler açıklanmadan başarısına yüzde yüz güvenmemiz gerektiği söylenen çalışmalara mesafeliyiz.
Fatih Altaylı, Sağlık
Bakanı'ndan takdir alan programlarında aksini
iddia etse de
gönüllü kobay olmamak suç değil ya!
Ne var ki bu bilimsel itirazları dile getirdiğimizde muhatap olduğumuz diyalog hep aynı:
-
Şimdi sen koronaya inanmıyor musun?
- Yahu laboratuvar ortamında varlığı kanıtlanmış bir virüsten ve onun neden olduğu hastalıktan konuşuyoruz.
İnanmak ne demek? Sadece hâlihazırdaki yasakların, uygulamadaki izolasyon tedbirlerinin yarardan ziyade pek çok alanda yeni sorunlar yarattığını söylüyoruz.
-
Yok mu diyorsun yani?