Arka kapak yazılarının kitaba dair bir fikir vermesini bekleriz. Merak uyandırmasını, ana fikri anlatmasını, kısa bir özet yapmasını belki. Kitabı okumaya başlamadan önce evirip çeviren insanlar için arka kapak yazıları önemlidir. Ben de onlardan biriyim.
Diseksiyon'u elime aldığımda da önce arka kapak yazısına baktım. Var olmaktan, onun olmaktan, o olmaktan bahseden bir yazıydı. Muğlak ama ilgi uyandırıcıydı. Hemen ilk sayfayı açarak okumaya başladım. Şaşırdım. Çünkü kitabın girişi kapaktaki yazıyla hemen hemen aynıydı.
"Eğer bu cümleler kitabın bir özeti ise neden ilk paragraf; değilse neden arka kapak" diye düşündüm. "Bu işte bir amatörlük var" demiş de olabilirim. Ne mutlu ki yanılmışım. Sizi her sayfasında şaşırtan, 519 sayfa olduğu halde bitirmeden bırakmama isteği uyandıran bir roman için belki de en doğrusu bu olmuş.
***
Diseksiyon tam bir inşa romanı... Hem kendisini hem de karakterlerini bir saatçi sabrıyla ve dokumacı titizliğiyle inşa ediyor. Heyecanlı bir olay örgüsünün içinde aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlayarak sürükleniyoruz. Bu sırada roman kahramanları bir yandan bize kurgunun içindeki kurguları anlatırken, bir yandan da kendilerini keşfediyor, değiştiriyor hatta başkalaştırıyorlar. Bazıları kendilerini kaybedip yeniden buluyorlar.
Yazarın adı Mehmet Rıza... Bir müstear. Kendisi hakkındaki bilgilerimiz sınırlı. Kitapyurdu sitesindeki özgeçmişinden 46 yaşında olduğunu, Ankara'da okuduğunu, Adana'da yaşadığını, farklı şehirlerde bulunup farklı işlerde çalıştığını, feleğin çemberinden birkaç kez geçtiğini ve kurtuluşu yazmakta bulduğunu anlıyoruz.
İyi ki de öyle yapmış ve bize bir yazar kazandırmış.
***
Diseksiyon'u okuyup da bunun bir ilk roman olduğunu anlamak zor. Yazar bir sıcak demir ustası maharetiyle elindeki malzemeyi körüğün içine atıyor, iyice erittikten sonra ateşten çıkarıp kalıbın içerisine koyuyor, donduktan sonra da yazgının örsünde dövüp şekillendiriyor. Neyin nasıl olduğunu ve kimin neye benzediğini ancak romanı bitirdiğimizde tam olarak anlıyoruz.
Olaylar Adana'da geçiyor. Bu sırada yerin altındaki ve üstündeki dünyalar iç içe geçiyor. Doktorlar, iş adamları, gazeteciler, öğretim üyeleri, gizli tarikat şövalyeleri, yabancı misyon şefleri... Komplolar, kumpaslar, kirli ilişkiler, ihanetler, ilk aşklar, hayal kırıklıkları... Zorlanmış hayatlar, kayıp ruhlar. Yüzlerce yıllık kan donduran planlar, tutsaklıklar, cinayetler, kurtuluşlar. Bir romanda insan başka ne arar?
Diseksiyon bir tıp terimi. Anatomizasyonun farklı bir söylenişi. Edebiyat açısından baktığımızda ise bir yapısızlaştırma işlemi. Açıp içine bakmak, parçaları birbirinden ayırıp birleştirmek ve gözlemlemek...
Romanın ve yazarın yaptığı da tam olarak bu...
13. YÜZYILIN DEVAMI
Ekrem Demirli'nin tasavvuf araştırmalarına yaptığı insanüstü katkıyı görmemek ve takdir etmemek için kör ve vicdansız olmak gerekir. İbn Arabi'nin Fusûsu'l-Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiye adlı devasa eserlerini dirseklerini kütüphane masalarında çürütmek pahasına günümüz Türkçesine kazandırdığı yetmezmiş gibi, bu kitapların ve tasavvuf düşüncesinin anlaşılmasındaki en büyük rehberlerden biri olan Miftâhü'l- Gayb'ı yani Tasavvuf Metafiziği'ni de tercüme etti. Eser Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli gibi arifler üzerindeki etkisi tam olarak idrak edilememiş olan Sadrettin Konevi'ye ait. Kapı Yayınları etiketiyle piyasada... Gazali İslam düşüncesinin 'tutarsız Metafizik' ile 'yetersiz Kelam' arasında sıkışıp kalmasından yakınıyordu. Yazar bu kitabı o tutarsızlık ve yetersizlikten kaynaklanan boşluğun doldurulması olarak görüyor. Okuduğumuzda tasavvufun şairane söylemlerden ve tahayyüllerden ibaret olmadığını, bir disiplin gerektirdiğini görüyoruz. Elimizde metafizik literatürünün başyapıtlarından biri var. 13. yüzyılda, bir kabz devresinde, bu coğrafyada yazılmış. Önsözde şöyle diyor Demirli: "Sanki sonraki bütün asırlar on üçüncü asrın bir devamı gibi yaşandı bu topraklarda."
NURETTİN TOPÇU, AKİF VE SABAHATTİN ALİ
Nurettin Topçu Türk düşünce tarihinin deniz fenerlerinden biri. Çok sayıda öğrenci yetiştirdi. Felsefe, tarih, edebiyat ve sanat çalışmalarına ilham verdi. Şimdilerde vefatının 40. yılı münasebetiyle anmalar düzenleniyor, kitaplar yayımlanıyor. Bu canlanma Topçu'yu tanımamış, okumamış olanlar için bir takdim mahiyeti taşıyor. Tanışmış olanlar için yeniden okuma ve anlama fırsatı sunuyor. Özellikle benim gibi İsyan Ahlakı'nı farklı yaşlarında birkaç kez okumuş, hayran kalmış ama anlamakta zorlanmış kişiler için. Şahsiyet meselesi Topçu'nun hayatında mühim bir yer tutuyordu. Bu yüzden sadece yazdıklarını değil, hakkında yazılanları da okumak gerekir. Dergah Yayınları'nın Muzaffer Civelek imzasıyla yayımladığı Kırk Yıl Sonra Dün Gibi Nurettin Topçu kitabı bunlardan biri. Bir öğrencisi ve takipçisi bize onun nasıl bir insan olduğunu, nasıl yaşadığını, nasıl düşündüğünü, nasıl hissettiğini anlatıyor. Hem de mükemmel bir üslupla.
***
Satır aralarında edebiyat tarihimizle alakalı tartışmalara farklı bir ışık tutacak bilgiler var. Bunlardan biri Mehmet Akif'le alakalı... Geçtiğimiz yıl Akif'in hazırladığı Kur'an tercümesi ilk kez yayınladığında itirazlar yükselmişti. Tefsirin bizzat Akif tarafından yakıldığı söylenmişti. Genel kanı ve anlatı bu yöndeydi. Oysa Topçu, daha o yıllarda öğrencilerine, kayınpederi Hüseyin Avni bey, ki ilk meclisin saygın muhaliflerinden biriydi, vasıtasıyla hatıralarına aşina olduğu Akif'in tercümeyi yakmadığını, bir yakınına emanet ettiğini söylemiş. Bir başka anektod da Sabahattin Ali ile alakalı. Farklı cephelerde yer almalarına rağmen Topçu, Sabahattin Ali'ye hep sempati ile bakmış, ona 'solcu', 'komünist', 'vatan haini' denmesine aldırmadan eserlerini öğrencilerine tavsiye etmiş. Hatta milliyetçiliği ile temayüz etmiş bir mecmuaya onun hakkında şunları yazmış: "Millet sevgisinin yanında, milletin hayat haklarını aramak ve onun muztarip kalbiyle çarpan bir kalp sahibi olmak milliyetçiliğin ta kendisi ise Sabahattin Ali milliyetçilerin gözbebeği ve öz kardeşidir."