Turgut Uyar, Muzaffer Erdost'un söylediği ve düşününce doğru olduğuna inandığım şekliyle yazarsam, İkinci Yeni Şiir içindeki en önemli adlardan biriydi.
Cemal Süreya, Ece Ayhan, Edip Cansever'le birlikte İkinci Yeni'de 'mahşerin dört atlısı'nı oluşturuyordu. Bu şairlerin hepsi özgün, özgül, çok ayrıcalıklı şairlerdi. Aynı döneme, benzer kültürel çevrelere ve geçmişe sahip olduklarından ve şiirin belli bir döneminde doğdukları için birbirine temas eden ortak noktalara, paydalara sahiptiler.
Adları hep birlikte anıldı. Doğaldır; sanat hareketleri öyledir. Oysa birbirine benzeyen yanları benzemeyen yanlarından çok azdı.
Ortak bir paydadan, ortak yanlarından söz edilebilir, dediğim gibi. Şiirin dönüşmesi, dilin bir dolayımı haline gelmesi, imgenin özgülleşmesi, nesir şiire kayış, felsefi şiiri kurma çabası bu nitelikleri arasındaydı. Gene de her birisi ayrı bir burçtu.
Ece Ayhan hepsinden daha farklıydı.
'Misyonu' en azından daha değişikti. Kınar Hanımın Denizleri'nden başlayıp Yort Savul'a ulaşmıştı. O şiirin artık dramatik olanla, trajik olanla ilişkisi soyutlanmış, yepyeni bir boyut kazanmıştı. Çok hırçın, düpedüz siyasal, köklerini tarihselin içine salmış bir şiir oluşturdu. Cemal Süreya her zaman kendisinden önceki şiiri en çok kollayan, gündelik olanı daima elinin altında tutan bir şairdi. En zor, en kapalı şiirlerinde bile en basit ve yalın anlamında duygusallığı elden bırakmamıştı.
DÜNYAYA KAPALI BİR ŞAİR
Edip Cansever ve Turgut Uyar 1950'lerden dünyadan göçtükleri günlere kadar şiirlerini elbette çok değiştirdiler. Ama birbirine gene de en yakın duran iki şair onlardı. Şiirlerinin kapasiteleri de, potansiyelleri de, lafzı da, meselesi de farklıydı. Fakat bu olgular, yani bu farklardı aslında onları birbirine yakınlaştıran.
Buna rağmen Cansever'in şiiri zamanla açılırken ve nesrin berraklığıyla imgenin şiirselliğini birleştirirken Uyar, aynı özelliklere sahip olsa da, daima daha kapalı kalmayı becerdi. Bu kapalılık sadece şiirdeki 'anlam'la ilgili değildi.
Uyar, kendisini dünyaya kapatan bir şairdi. İnsanlardan, sokaklardan, neyse gündelik hayatı meydana getiren ondan uzaklaşıyor, insanın içine doğru derinleşiyordu.
İnsan kuyusu dediğim kuyuyu kazdıkça kazıyordu. Fakat bunlar onun siyasal olanla mesela kopukluğu anlamına gelmiyordu.
Hele 1970'ler düşünüldüğünde açık siyasal bir tavrı yoktu ama o da Edip Cansever gibi trajik bir duyuşla veya trajiği duyarak siyasalı işliyordu.
Bütün bu meseleleri ve çok daha fazlasını Orhan Koçak bir zaman önce Bahisleri Yükseltmek isimli kitabında ele aldı.
O kitap bizde örneği çok az görülen bir incelemeydi. Koçak, şimdi, Yücel Göktürk'le yaptığı söyleşiden öğreniyoruz ki, Turgut Uyar'la tanıştırılmış ama hiç konuşmamış, öyle diyor, "Benimle tek kelime etmedi" diyor, ama bu Koçak'ın içinde yıllarca gezdirdiği Uyar şiirini çözümlemesine engel oluşturmamış. Ayrıca niçin oluştursun diyeceğim ama tanışsalardı, konuşsalardı o birikim elbette Koçak'ın değerlendirmelerine yansıyacaktı.
Daha ileri gitmeden şunu belirteyim: Koçak, Türkiye'de benzeri çok az görülen (ama o benzerin kim olduğunu da pek bilemiyorum) bir düşünce insanı.
Bir edebiyat eleştirmeni. Marksizmden ve psikanalizden beslendi.
Buna mukabil Frankfurt Okulu, özellikle Benjamin her zaman ona yakın oldu.
Bu bireşim 1970'lerde bir 'idea'ydı, bir idealdi. O dönemde tanıdığım herkes, psikanaliz daha geride olmakla birlikte, Marksizme ve Frankfurt Okulu'na yakındı.
Yakın olmak istiyordu. Ve ne yazık ki, o dönemde, o ekolü doğru dürüst bir şekilde ele alan hemen hemen kimse yoktu. Sadece Ünsal Oskay daha sosyolojist bir perspektiften ama hiç değilse düşünürlerin akademik çalışmalarından yaklaşıyordu konuya. Gerisi, her zaman olduğu gibi edebiyatçılara kalmıştı. Onlar da ağıt yakarak ve meseleyi 'akademik' bir düzeyde tuttuklarını sanırken, 'edebileştirerek' ele alıyorlardı. Tabii, o verimlerin Frankfurt Okulu'nun gerçeğiyle bir ilgisi yoktu.
KOÇAK GERÇEK BİR ELEŞTİRMENDİR
Koçak, belli Marksist çevrelerde hayli eleştirilmiş bu iki kaynağı, psikanaliz ve Frankfurt Okulu'nu, Benjamin'e yakın dururken Adorno'nun hayranı olduğum Minima Moralia'sını çevirerek soğurdu.
Psikanalizde de Freud'la sınırlı kalmayarak Lacan'a açıldı. Bu birikimini, bir süre Defter dergisinde yayınladığı yazılarına yansıttı.
Onları kitaplaştırmadı. Başka küçük kitaplar yayımladıysa da ilk büyük yapıtı Bahisleri Yükseltmek oldu. (Türk resminin modernleşmesi hakkında yazdığı kitabı bir kenara bırakıyorum, edebiyat eleştirisi olmadığı için.) Bir de yayıncılık yaptı, o nefis Virgül dergisini çok uzun bir süre çıkardı.
Kısacası, Koçak, Türkiye'de edebiyat üstüne düşünen, gerçek manada düşünen, bunu belli bir yöntemle birleştiren, belli kaynaklardan besleyen bu düzeydeki gerçek düşünürlerden, gerçek eleştirmenlerden başlıcasıdır. Bazı denemecilerin adlarını sayabilirim ama bu sentezi başarmış çok az insan olduğunu bir daha belirteyim.