Küresel ekonomi-politik sistem tarihinin en çetrefilli, en esaslı değişim süreçlerinden birisini yaşıyor. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra yeniden yapılandırılmış olan 'Küresel Düzen' önemli sınamalarla karşı karşıya. Küresel sistemde öne çıkan 'güç merkezleri' arasındaki jeopolitik ve jeoekonomik rekabet kıtaların, coğrafyaların ve önde gelen 40 ekonominin geleceğini, kaderini etkileyecek gelişmeleri tetiklemiş durumda. Bu nedenle, bu düzeyde bir ekonomi-politik rekabette, hatta savaşta iddialı bir ülkenin ayakta kalabilmesi mutlaka 'büyüme'sini, büyümesini sürdürülebilir kılmasını gerektiriyor.
Bir an için, küresel ekonomi-politik düzeni Amazon ormanlarına benzetelim. Ormanda her bitkinin, ağacın güçlü olabilmesi adına büyümesi, güneş ve suya ulaşabilmesi gerekir. Eğer, bir bitki diğerlerine kıyasla yeterince büyüyemiyorsa, yeterince kök salamıyor, yapraklanamıyorsa, bir süre sonra kendisinden daha hızlı ve sürekli büyüyen bitkiler onun güneşini kapatarak ve daha fazla kök salmaları nedeniyle suya erişimini de kısıtlayarak o bitkiyi cılız bırakır ve sonunda ölümüne de sebep olurlar. Unutmayalım, 2000'li yılların başlarından bu yana gelişmiş ülkeler, başta 2008 küresel finans krizi, başlarını sıklıkla belaya sokarken ve ortalama yüzde 3'ün altında büyürken, yükselen gelişmekte olan ülkeler yüzde 5,5-6 büyüyerek küresel ekonomi-politik sistemde farklı bir konuma ulaştılar.
Bugün, küresel ekonomi-politik sistemde artık 'Küresel Kuzey'in yanı sıra, 'Küresel Güney' olarak adlandırdığımız, Brezilya, Endonezya, Güney Afrika, Malezya, Tayland gibi ülkeleri sıralayabileceğimiz; dünya siyaseti ve dünya ekonomisinde ayrı bir 'güç birliği'ni temsil eden ülkeler grubunu konuşuyoruz. İşte, tam da bu nedenle, bilhassa son 10 yıldır G7 ile, aralarında Türkiye'nin de yer aldığı E7 Grubunu karşılaştıran pek çok uluslararası rapor okuyoruz, inceliyoruz. Eğer, 'yükselen' gelişmekte olan ekonomiler 2000'li yıllarda bu ölçüde 'tescillenmiş' bir büyüme başarısına imza atmamış olsalardı, dünya siyasetinde ve ekonomisinde yepyeni bir konuma ulaşmasalardı, bugün 'küresel düzen'in yeniden yapılanmasının elzem olduğuna dair tartışmaları duyabilecek miydik?
Türkiye 2008 küresel finans krizini atlatmışsa, dünyanın en tehlikeli terör örgütlerinden birisi olan FETÖ'nün 2011'den itibaren derinileştirdiği ve 15 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın liderlik gücü ve Türk halkının destansı kahramanlığı ile yerle yeksan edilmiş olan 'Türkiye'yi parçalama' operasyonunu bertaraf etmişse; 2020- 2022 küresel virüs salgını dönemini yönetmiş ve başarıyla atlatabilmişse; 6 Şubat depremlerinin yaralarını var gücüyle sarıyorsa; Rusya- Ukrayna Savaşı ve Ortadoğu'daki gerginliklerden kaynaklanan 'jeopolitik' sınamaları yönetebiliyor ise, bunun önemli sacayaklarından birisi Türkiye'nin 'büyüme' başarısıdır. Türkiye'nin büyüme başarısı her türlü övgüyü hak eden bir başarıdır. Ekonomimizin üretim, istihdam ve ihracat başarısı Türkiye'yi Avrasya'da 'oyun kurucu' ve 'güvenilir liman' ülke yapan başarılardır. Dünyanın önde gelen ekonomileri son 10 yıldır büyümede zaman zaman yalpalarken, Türkiye'nin aralıksız 'yüksek' büyüme başarısının değerininin farkında olalım.