Küresel siyasi ve ekonomik sistem adına, pek çok yaklaşımın gözden geçirildiği, yeni yaklaşımların dillendirildiği, başta Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi olmak üzere, pek çok uluslararası, çok tarafla teşkilatın yeniden yapılandırılmasına, reform sürecinden geçmesi gerektiğine dair tartışmaların hayli canlı olduğu bir dönemin içinden geçiyoruz. Soğuk Savaş'ın sona erdiği ve küreselleşme kavramının el üstünde tutulmaya başlandığı 1990'lı yılların sonlarından itibaren, çok taraflılık (multilateralism) öyle güçlü bir algıyla dünya vatandaşlarının önüne kondu ki, G20 platformunun her küresel sorunun çözüm merkezi olacağı adeta tartışmamız kabul görmeye başlamıştı.
Bu doğrultuda, milliliğin, milli duruşun, milli bilincin artık 21. Yüzyıl'da görevini tamamladığı, ulusalcılığın demode olduğu, ülkelerin üretim, ticaret, yatırım alanlarında milli bilinçle hareket etme alışkanlıklarının, yerini bütünüyle hakim hale gelmesi istenen bir küreselleşme yaklaşımına terk etmesi gerektiği konuşuluyor, savunuluyor, öne çıkarılıyordu. Bu anlayıştan hareket ile, hammadde, ara mamul ve nihai mamulleri üretmek ve yatırım yapmak yerine, bunu avantaj sağlayan ülkelerden temin etmek, pek çok stratejik sektörde dışa bağımlılığın artmasına çekingenlik göstermemek, yeni medya imkânlarıyla, her ülkenin vatandaşlarının ülkesiyle ve dünya ile ilgili gelişmelere küreselleşmiş platformlar üzerinden ulaşmalarını sağlayacak bir bilgi ağı oluşturmak, 2000'li yılların ilk 10 yılının popüler gelişmeleriydi.
Bununla birlikte, 2008 finansal kriziyle birlikte, tüm dünyaya pazarlanmaya çalışılan 'küreselleşme' modeli ilk ağır darbesini almış oldu. İki siyah kuğu, küresel pandemi ve Rusya-Ukrayna Savaşı 'uçsuz-bucaksız' küreselleşme anlayışının sonunu getirdi. 'Mutlak üstünlük' anlayışına dayalı, ülkelerin sadece beceriyle üretebildikleri ürünlere odaklandığı bir dünyanın gerçekçi olmadığı, savunma, enerji, sağlık, iletişim, dijitalleşme, ulaştırma, lojistik, nadir toprak elementleri gibi stratejik sektör ve alanlarda başka ülkelere bağımlı olmanın, bir ülkenin 'güvenliği' adına ne büyük riskler oluşturduğu çok net olarak görüldü. Bu nedenle, gerek G7, gerekse de G20 ülkelerinde hayli yoğun bir şekilde, savunma, enerji, tarım ve gıda gibi stratejik sektörlerde 'kendine yetebilen ülke olma' anlayışının önceliklendirildiğini; ülkelerin milli ve yerli üretim odaklı proje ve yatırımları hızlandırdıklarını gözlemliyoruz.
Bu tablo, her ülkenin kendi topraklarında ve dünyada algısını doğru ve etkin yönetebilmesi adına, milli menfaatlerini kendi toplumuna en doğru şekilde benimsetmesi adına, milli öncelikleri konusunda güçlü bir farkındalığı oluşturması adına, aynı zamanda 'milli' bir iletişim stratejisine, 'milli duruş'u, 'milli irade'yi kurumsallaştırmış bir ulusal medya ağına sahip olmasını da gerektiriyor. İşte, tam da bu nedenle, küresel sistemin karanlık çevrelerinin aparatı olan tüm yapı ve aktörler, Türkiye'nin milli savunma, enerji, milli iletişim alanındaki çalışmalarına, kurumlarına, milli irade için geceli gündüzlü mücadele veren medya kuruluşlarımıza, grubumuza saldırılarını yoğunlaştırdılar. Başta Türkiye, dünyanın önde gelen ülkelerinin tümünde 'milli' veya 'ulusal' duruş ve iradeye yönelik gelişmeleri ve tartışmları dikkatle takip etmeyi sürdüreceğiz.