Cuma günkü yazıda söylemediğim gerçeği ifşa edeyim ve işin bu hale gelmesinin bir müsebbibi de aydın kavramındaki değişimdir.
Kendisini 'düşünce sistemleri tarihçisi' olarak tanımlayan Fransız düşünür Michel Foucault'nun entellektüel çabası bir tek kavrama indirgenecek olursa 'iktidar' denebilir. Foucault, bilgiyi de, aydınları da, devleti de iktidar gerçeği etrafında ele alıyordu.
***
Aydınlar konusunda tarihsel bir tespitte bulunmuştu. Onları ikiye ayırıyordu: '
evrensel aydın' ve '
özel aydın.' (Bu '
evrensel aydın'a kavramın başını gözünü yarmak pahasına '
genel aydın' diyelim.)
Evrensel aydın, bir
sınıf adına, bir
tarih adına konuşan aydındı. Bir yöntemi ve maksadı vardı. Örneğin
işçi sınıfı adına konuşuyordu,
tarihsel maddeciliği yöntem olarak benimsemişti ve
proletaryanın iktidarını hedeflemişti.
Biraz
Gramsci'nin '
organik aydın'ını,
İbni Haldun'un '
asabiye'sini
çağrıştıran bu tanım
sınıf ayrışmalarının ve çatışmalarının çok keskin olduğu dönemlerde geçerli
olabilecek bir durumdu. Zaman bu
sınıfsal ve tarihsel yaklaşımı aştı. Artık
belli bir alanın bilgisi kişiyi '
iktidar' yapmaya yetiyordu.
Aydınlar artık bütün dünyanın meseleleriyle uğraşmıyor sadece
bir alanın bilgisiyle donanıyordu. Böylece genel aydından özel aydına geçiliyordu.
Foucault, fizikçi
Oppenheimer'ı örnek veriyordu ve diyordu ki, bu âlimin 'bilgisi' atom bombasının yapılmasına, Soğuk Savaş'ın başlamasına yol açtı. Genel aydın dönemi kapanmıştır.
***
Küreselleşmeyle birlikte bu
özel aydın türü de büyük ölçüde aşıldı. Onların yerini
teknisyenler/ teknokratlar aldı. AB'yi yönetenlerin
'
Eurocrat' diye anıldığı bir dönemde
kim itiraz edecek söylediklerime?
Teknisyenler sadece teknisyen olarak kalsalar pek o kadar sorun olmayacaktı. Ama o sınır aşıldı. Dünya çok makbul kabul edilen bir kavramla, teknisyenlerin, liyakatlilerin yönetimi demek olan
meritokrasi ile yönetilir oldu.
Meritokrasi de bir
sınıf. Üstelik bugünün dünyasında, eğer zengin ve kapitalist ülkeler söz konusuysa,
hâkim sınıf. Elbette rasyonel yönetimler liyakatle iç içe olmak ister. Bir işin ehline verilmesinden yanadır. Ne var ki, bu iş bir
hâkimiyete dönüşmüşse,
sınıfsal bir ayrışma getirmişse konu özgün ve Platonik ideal halini yitirmiş artık toplumsal bir
sorun niteliği kazanmıştır.
Buna bir de
teknisyenlerin evrenselliğini ekleyelim. O şudur;
daha önce de değindiğim
gibi, meritokrasinin
üst kademesindeki
insanlar,
küreselleşme ve teknolojizm dairesinde artık
ulusallık, yerlilik, sadakat gibi duyguları hiçe saymaktadır.
Tıpkı, aynı örneği vermiştim,
futbolcuların hangi kulüp parayı verirse
oraya gitmesi gibi, bu
meritokrasinin teknokratları da öyle, parayı
veren şirkete, o şirketin ülkesine gidiyor. Oradan, icap ediyorsa, kendi ülkesi hakkında da ahkâm kesiyor. Ayrıca tarihin hiçbir döneminde görülmedik ölçüde lüks içinde yaşıyor, etrafına yukarıdan bakıyor. Tarihle, toplumla, kültürle hiçbir ilişkisi yok!
***
Şimdi bu kesimin kontrolü altındaki
küreselleşmenin, pan-kapitalizmin tepkisini topluyor.
Hillary Clinton, bu kesimin ('elitlerin') sözcüsü, adayı olarak çıktı.
Trump yerlilik vurgulu bir popülizm yaptı. Sonuç ortada.
Sadece '
gerçek sonrası' ('posttruth') çağına geçmekle kalmadık,
meritokrasi, daha doğrusu '
teknokrat' sonrası ('
teknokrasi' sonrası diyemiyorum) bir çağa da geçtik. Ben, '
genel aydın' yani herkesin derdini kendisine dert edinmiş aydın çağına da geri döndüğümüz kanısındayım. Eski haliyle değil, yeni bir sentez içinde.
Devam edelim konuşmaya, devam, devam...