Sondaki cümleyi başta söylemek gerekirse, Türkiye daha çok tartışacak diyeyim. Tartışacağı şey anayasa değildir, bazılarının sandığı gibi, anayasa doktrinidir ve demokratik teoridir.
Çünkü, Türkiye, başkanlık sistemine geçişle doğduran ve kapsamlı bir rejim değişikliğini de gerçekleştirecek. Ama buradaki ana sorun, bu değişikliğin ayrıntılarını kimsenin yeteri kadar irdelememesi.
Bu belirsizlik o kadar açık ki, ne tür bir başkanlık aradığımızı henüz yeterince tespit edemedik. Başkanlık mı, partili başkanlık mı? Parlamenter sistem ve başkanlık mı, parlamenter sistemi devre dışı bırakan bir başkanlık mı?
Bunların hepsi olur, hiçbirisi diğerinden farklı değildir sanıyoruz. Halbuki, bu modeller arasında dağlar kadar fark var. Oysa gece gündüz televizyonlarda başkanlığı tartışanlar, bütün bu farkları, hiçbir önemi olmayan nüanslar sanıyor. Bazen dilleri sürçüyor, bazen kendileri de başkanlık mı yoksa partili başkanlık mı istiyor bilemiyorlar. Yarı başkanlık nedir, cevap veremiyorlar.
Anayasa hukukçuları neredeyse tek bir kelime etmiyor. İş bazı siyaset bilimcilerin hayli yanlı, yanlış ve eksik bilgiyle ahkam kesmesine kalıyor. AK Parti'nin entelektüel birikimi ise bu beklenen açıklamaları yapmakta yetersiz.
***
Halbuki işin içinde hayli karmaşık bir senaryo var ve o senaryo
Türkiye'yi bütün bu tartışmalar bakımından,
anayasa kuramı bakımından tam bir laboratuvara dönüştürüyor.
İşin nirengi noktasını
Cumhurbaşkanını halkın seçmesi meydana getiriyor. Bu öyle
sıradanlaştırılacak, bir konu değil.
Halk, iradesini yani siyaset bilimi tabiriyle söyleyelim
egemenliğini seçtiği kişiye devreder. Onunla bir
temsil ilişkisi kurar. Dolayısıyla
seçilmiş cumhurbaşkanı ile
seçilmiş meclisin nasıl, nerede, ne şekilde karşılaşacağı başlı başına bir konudur.
Ve bu konuyu nasıl daha ileriye götürebileceğimiz başlı başına bir doktrin sorusudur.
Halkın cumhurbaşkanını seçmesi doğrudan demokrasiye dönük bir girişim sayılmaz,
tek başına. Çok önemlidir, demokratik
açıdan elbette bir gelişme aşamasıdır ama
bunun
anayasa normu içinde çözülmesi
gerekir.
Türkiye o noktada tıkanıyor. Tıkanmasının sebebi halkın iradesini yani egemenliğini
iki ayrı kuruma tevdi etmesidir. Yani,
parlamentoyu da halk bir egemenlik kurumuna dönüştürüyor bu durumda
cumhurbaşkanlığını da. Bunların arasındaki ilişkinin nasıl düzenleneceği ise bir doktrin konusudur.
***
O açıdan bakınca,
Erdoğan'ın arayışı çok açık:
Erdoğan, bu iki kurumdan Cumhurbaşkanının parlamento üstünde belirleyici olmasını istiyor. Muhalefetin buna
karşı çıkmasını anlamak mümkün ama niçin karşı çıktığını muhalefet henüz dile getirmiş değil. Çünkü, muhalefet,
halkın seçmesiyle birlikte Cumhurbaşkanlığı katının da
halk egemenliği/ iradesi ile teşekkül ettiğini unutuyor.
Fakat iktidarın iddiasını bu kadarıyla sınırlandırması da yetmez. Çünkü, mesele parlamentoların veya kurumların
meşruiyeti değil,
demokratik olmasıdır.
Atatürk döneminde de parlamento vardı ve meşruydu. Ama
demokratik değildi. Bu
demokratiklik kriteri, parlamentonun kendi gücünü
kendisinin sınırlamasıdır ki, o da
güçler ayrılığıdır.
Türkiye'deki
Başkanlık tartışmasının bam teli budur:
güçler ayrılığının nasıl teşekkül edeceğidir. Bu aydınlatılırsa bundan sonrası toplumsal çatışmalar bakımından nispeten daha kolay aşılabilir.
Evet, mesele
anayasa değil,
anayasa ve demokrasi kuramıdır.