Osmanlıca, eski yazı tartışmalarıyla birlikte tıpa çekildi ve şişedeki cin çıktı. Öyle anlaşılıyor ki, konu artık bir kültür meselesi olmaktan çıkacak ve hızla ideolojik bir mecraya dökülecek. Bunda da garipseyecek bir yan yok. Pazartesi günkü yazımda belirttiğim gibi, çuvala sığmayan bir mızrak olarak, Türkiye'de restorasyon dönemi başlamıştır.
Restorasyon dönemi devrim öncesi dönemle buluşmak anlamına gelir. Sözünü ettiğim buluşmanın bir büyük bir de küçük ekseni var. Büyük ekseni İslam meydana getiriyor. Küçük ekseni ise Osmanlılık da, Osmanlı kültürü de diyebileceğimiz birikim oluşturuyor. Türkiye bu iki kaynakla buluşmaya itiliyor.
Böyle bir anlayışın sonuçları olacak. Bu sonuçları sadece siyasi düzeyde görmemek gerekir. Her şeyden önce içinde yaşadığımız ve 100 yıl önce (hatta daha önce) başlamış bir zaman ve tarih anlayışının dönüşümü gelecek bu girişimlerin ardından.
Türkiye, 'radikal modern' tarihini hazırlamaya başladığı 19. yüzyıl sonlarında dünyayı gitgide artan bir şiddette materyal bir zeminde algılamaya başladı. Bu, maddenin yeni bir mana kazanması demekti. Bunu elbette materyalist bir yaklaşım izledi. Materyalist değerlendirmeler zamanın geriye dönüşlü ve bakışlı değil ileriye dönüşlü ve bakışlı olmasını doğurdu. Oysa pek iyi bilindiği gibi Osmanlılar ilerlemenin ancak geriye, altın çağlara, asr-ı saadete dönüşle sağlanacağına inanıyordu. Yeni anlayış ilerlemenin gelecekte olduğu, geleceğin yakalanmasıyla ilgili olduğunu öğretti.
Buna bağlı olarak da tarihin uzun geçmişinden ve sürekliliğinden koparılarak 'yapılabileceğini' öne sürdü. Devrim bu düşüncenin uzantısıydı. Gerçekleştirildi. Böylece Türkiye haklı veya haksız, doğru veya yanlış, geçmişinden koparıldı. Bu tutum bir ideolojik yönseme, kabul, bir pratik olarak doğrulandı. Yapılan kültür devrimi de (inkılaplar) bu kopuşu somutlaştırmak ve kalıcılaştırmak için planlandı.
Şimdi iki şey oluyor. Birincisi, kopuş bir 'kopukluk' olarak yeniden yorumlanıyor. Yani, geçmişle aramızda, geri dönüşsüz değil, o kopuştur, şu veya nedenle, onarılacak, yeniden bağlanacak bir kopukluk olduğu, geçmişle barışabileceğimiz, buluşabileceğimiz anlayışı toplumsal zihniyete yerleştirilmek isteniyor. Bu, yenide, süreklilik düşüncesine dönüş, yeni bir zaman anlayışıdır ve bu aynı zamanda muhafazakârlığın, bir yönüyle, gerçek manasına eriştirilmesidir.
İkincisi, süreklilik düşüncesi geri çağrılırken hafızayla ilgili yeni bir oluşum başlıyor. Devrim, dünyanın her yerinde geçmişi ortadan kaldırmak, bunu da hafızayı yok ederek sağlamak ister. Kemalist dönemde cereyan eden farklı bir yaklaşım değildi. Şimdi Osmanlıca dersleriyle birlikte ve diğer yaklaşımlarla yeni bir hafıza oluşturuluyor. Daha doğrusu bir bellek rehabilitasyonu sağlanıyor.
Bunu ben biraz da yakın geçmişimizde yaşanan ve çok üzücü bir olaya bağlıyorum. Yanlış anlaşılmak istemem. Ama özellikle Ermeni sorunu tartışılırken kullanılan 'adil hafıza' kavramının (Fransız felsefeci Ricoeur'den mülhemdir ve filozof 'unutuş' meselesi üstünde durmuştur) Osmanlı geçmişiyle kendimizi yeniden irtibatlandırmak konusunda da bir dürtü olmasını düşünmek için bir mani yok. Kendi adil hafızamızı oluşturabiliyor muyuz, şimdi soru bu!
Bunun yazı ve dille başlayıp biteceğini sanmamak gerekir. Hele bunun kolay bir iş olduğunu hiç varsaymamak gerekir. Tersine, hayli zor bir işe kalkışılıyor. Kendi hafızlarımızı elektronik aygıtların hafızalarına aktarırken geçmişin büyük ve derin hafızasını kendimize mal etmek elbette zor bir iştir.
Zor iş, vesselam...