Çetin Altan üstadımızın sosyalist olduğu yıllardı. Onu başka türlü eleştirmeyi beceremeyenler, 'viski içer' derlerdi. Paşazade olduğunu söylerlerdi. Yani onu 'elit' olmakla 'suçlarlardı'. O da sonunda oturdu, pırıl pırıl muhayyilesi ve keskin zekasıyla, Viski diye otobiyografik ögeler taşıyan bir roman yazdı. Çetin Altan, gene 'Taş'ını atmıştı.
Ne olduysa oldu, bu söz döndü dolaştı, geldi, CHP kurultayında 'rakı masaları' ve 'elitizm' ile bütünleşti. Daha önce hiç elitizm ile rakı masalarının birlikte zikredildiğini duymamıştım. Belli ki, üstünde düşünülmeden, zihin ve kavram bulanıklığıyla edilmiş laflardı. Nitekim Kılıçdaroğlu daha sonra yaptığı açıklamada konuşurken, o sırada aklına ve diline geldiğini açıkladı. Kavramları açıklamaya çalıştı ama başardığını söylemek zor.
Aslına bakılırsa bu 'elit teorisi' sosyolojide ve siyaset biliminde epey irdelenmiştir. 'Aydın' kavramıyla birlikte ele alındığı da olmuştur, ondan ayrı düşünüldüğü de. Siyasal örgütlenmelerde daima bir diken başı olduğu bilinir. Platon'dan Pareto'ya, oradan Michels'ın 'oligarşinin tunç yasasına' kadar çeşitli görüşler vardır. Platoncu demokrasi zaten bir elit rejimidir. Pareto da aydınları bu sınıfa dahil eder, sırtlarını sıvazlar. Michels ise karamsardır. Her politik örgütün sonunda üç beş kişinin eline düşeceğini söyler.
Ezcümle, irdelendiğinde, elit teorisinin, aydınları/elitleri öven ve yücelten yanı olduğu gibi, onları yeren, eleştiren ve 'azınlık iktidarı'nın (oligarşi) kaynağı olarak gören türleri de vardır. Amerika bu konuyu bence Avrupa'dan daha çok tartışmıştır. Çünkü, siyaseti büyük ölçüde 'teknokrasi'nin bir uzantısı olarak görmüştür ve yöneticilerin (manager), teknik bilgi sahiplerinin siyasal yönetimde ne derecede söz sahibi olması gerektiğini çok irdelemiştir. Ben pek hazzetmem ama Putnam'ın artık geniş demokratik katılımın sonuna geldik, karar alıcılar teknisyenlerdir ve yönetimi onlar sağlamaktadır yaklaşımından, Mosca'nın 'yönetilen sınıf' tezinden hareket eden Dahrendorff'un, bu yönetilen sınıfın seçimlerde 'devlet yönetme şirketine' oy verdiğini iddia ettiği görüşlerine kadar her fikir önemlidir.
İşin özünü geniş tabanlı demokratik katılımdan dar, çekirdek kadroların yönetimine geçiş hazırlar. Bu da Leninci parti anlayışının bir uzantısıdır. Onun 'demokratik merkeziyetçilik' tezi, işte bütün bu parti tabanı, parti meclisi, merkez yönetim kurumu yapılanmasını gerektirir ki, muhtemelen, rakı içilmese de, bu haliyle her parti fiilen elitisttir. Tabii, sol partiler söz konusu olunca durum daha da ağırlaşır. Sol partiler daha demokratik olması gereken, olacağı varsayılan örgütlerdir. Ama işte işçi ve komünist partileri şu Leninci modelin üretildiği zeminlerdir. Eskiden bir de bu partilerde geçerli olan 'disiplin', 'partililik' kavramı vardı...
Ne yazık ki, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında kurulan bu model bugün birçok siyasal örgütte aynen devam ediyor. Oysa Batı Avrupa sol partileri 1970'lerde çözülmeye başladılar, Blair, İngiltere'de İşçi Partisi'ni bu açıdan yeniledi. Bugün siyaset dikey değil yatay örgütlenmeleri benimsiyor. Üstelik sol partilerden çok liberal partiler bu eğilimi gösteriyor. 1990 sonrasının Yeni Demokrasi anlayışı, teknoloji devrimi, iletişim olanakları geniş katılımları ayrıca kolaylaştırdığından artık bu merkezi yapılar hatırlanmak bile istenmiyor. Demokrasi önce parti içi demokrasi olarak başlıyor. Partiler katılımcı yapılara ulaştığında, her şey parti içinde konuşulup tartışıldığında rakı masalarında siyasetten başka şeyler konuşuluyor.
Söyleyeyim, sevmediğim bir şey varsa o da rakı masasıdır...