Hayır, edebiyattan kopmak aklımın ucundan bile geçmez. Hatta ona gitgide daha fazla bağlanmak gerektiği kanısındayım. Roman okumayan bir insanla bir noktadan ileri nasıl ilişki, iletişim kurulur bilemiyorum. Bu yıl roman bakımından biraz verimsizdi. Gene de güzel kitaplar var.
Evet, Türkçeye çevrildi, Pascal Quignard. Zor bir yazar. Hatta çok zor. Öyle herkesin sevebileceği türden değil. Daha kolay denebilecek iki kitabı var, benim sevmediğim yapıtlar. Diğer kitaplarında, küçücük metinler aslında, çok yoğun, felsefeyle edebiyatı iç içe geçiren şeyler yazıyor. Satır satır okuyabilirsiniz onları. Fakat o kadar yoğunlaştırılmış metinlerden neler neler süzmek mümkün. Bir de İngilizce kitaplarının baskısı... Akıl alır gibi değil.
Hayır, 19. yüzyıl romanından vazgeçmedim. Niye geçeyim? Klasikler her defasında başka tatlar, hazlar veriyor insana. Ben çok Balzacçı biri değilimdir. Gücünü, değerini ve lezzetini bilirim. Ama onu bir Dostoyevski de saymam. Kişisel bir seçim bu. Fakat bu yaz onun bir klasiğini, Vadideki Zambak'ı okuyorum. "Bu yaz" dediğime bakmayın. Bir iki günde bitiyor bu kitaplar. Ama arkalarında büyük izler bırakıyorlar... Bir aşk romanı Vadideki Zambak! Bütün büyük romanlar büyük bir cümleyle başlar. O da öyle. Ben Cemal Süreya çevirisini biraz değiştirip yazayım: "onun bizi sevdiğinden bizim onu daha çok sevdiğimiz kadının üstünlüğü, sağduyu kurallarını bize daima unutturmasıdır." Böyle başlayan bir romandan insan çok şey beklemez mi?...
Hayır, şiir ihmal edilir mi? Olabilir mi öyle şey? Bunu söylerken hayatımızdan yavaş yavaş silindiğini görmüyor değilim. Sonunda bütün bu edebiyat, şiir bugünkü opera dinleyicisi gibi bir küçük grubun ilgi alanında olacak. Gene de şiir okuyorum. Artık Edip Cansever veya Ece Ayhan gibi şiir yazan yok. Olması da gerekmiyor. Fakat yeni ve zor bir şiir var. Mesela Ahmet Güntan. Şiiri bugünün gerçekliğiyle bütünleştirmeyi veya bugünün gerçekliğinden ayrıştırmayı başarıyor. Onun çevresinde yeni bir kuşak var. Çok farklı bir şiir yazıyorlar. Anlamaya çalışıyorum. O nedenle seviyorum. Raskol'un Baltası Yayınevi'ni izleyin yakalayacaksınız bu zor şiiri...
Evet, bu "zor şiir" meselesi bitmez tükenmez iştir. Gene de ben bu yaz Patricia Lockwood'un son kitabını okudum. Bu çatır çatır yazan, bana göre Allen Ginsberg'in son şiirleri soyundan gelen genç şair önemli. Fakat bir filmde önüme yeniden çıkan, Wordsworth'un Tintern Abbey şiirini zevkle okudum. Ulema ne der bilirim, bilmem ama şu gözdem T.S. Eliot'un Dört Kuartet şiirinde ondan bir esin bulurum daima. Peki, illa bir tek kitap istiyorsanız Nâzım Hikmet'in Son Şiirler'ini okuyun derim.
Hayır, sinemadan koptum sanılmasın. Artık edebiyat sinema demek. Henüz dizilere yetişemiyorum. Hiç izlemedim. Bir eksiklik. Farkındayım. Bazı yakın dostlarım uzman. Onların öğütlerini dinleyip başlayacağım. Şimdilik yeni -eski filmler seyrediyorum. En son The Trip (Yolculuk) diye bir film gördüm. Yeni bir moda var artık. Yemek, artık hayatımızdaki yeni sanat. O filmde de iki insan var. Dramlar var. Ortaçağ İngiltere'sinin küçük kasabaları var. Peyzaj var. Müthiş mutfaklar ve tabaklar var. Edebiyat var. Şimdi Winterbottom'un ki, çok severim, bu dizideki ikinci filmini bekliyorum: İtalya Yolculuğu, aynı minval üzereymiş...
Evet, teori okumadan duramam. İki kitap okuyorum. Biri Jacques Ranciere'nin son kitabı. Fotoğraf görselliği ve gerçeklikle ilgili. Diğeri yakınlarda ölen müthiş bir politik düşünür Ernesto Laclau'nun kitabı. Makaleleri. Ama siz böyle bir şey arıyorsanız bence Umberto Eco'nun Güzelliğin Tarihi'ni okuyun.
Evet, sanat hayatta değildir. Hayat sanattadır. Yaz, bunun tartımıdır.