1970'li yıllarda 'toprağın sahibi kim' yakıcı sorusu Osmanlı devleti için sorulurdu. Tartışmanın ucu gelir feodalizm meselesine dayanırdı. İşin kaynağında Marx vardı. Onun sonradan yayınlanmış Doğu toplumları hakkındaki görüşleri Osmanlı'daki mülkiyet ilişkilerinin feodalite olmadığını düşündürüyordu Türkiye'deki toplum bilimcilere, iktisatçılara.
Benzeri bir tartışma Cumhuriyet devleti için açıldı mı, emin değilim. 1970'ler, toplumsal sorunları temellendirirken kendisine kaynak olarak Osmanlı'yı seçmişti. 1923 sonrasındaki toplumsal gelişmelerin toprak mülkiyetiyle olan ilişkisi yeterince irdelenmedi. Konu tam o noktalara gelmişti ki, 1980'lere girildi. 12 Eylül sonrasında bu sorgulamalar entelektüel gündemden düştü. Üstünde çalışılsaydı bugün içinden çıkamadığımız büyük sorunları çözmeyi kolaylaştıracak hayli ipucu elde edilebilirdi.
***
Bunları
Tarhan Erdem Beyin her zamanki dikkatiyle geçenlerde yazdığı bir yazıyı okurken düşündüm.
Tarhan Bey, yeni yapılan '
Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun' üstündeki düşüncelerini çok çarpıcı bir noktayı vurgulayarak belirtiyordu. Erdem'e göre kanun '
tarımla ilgili ilkelerin ve sorunların bilindiğini ama halkımızın ve yönetim sistemimizin yeteri kadar tanınmadığını gösteriyor'du. 12 yıldır fiilen iş başında bulunan bir iktidara '
halkımızı ve yönetim sistemimizi tanımıyor' demek bana biraz da şaşırtıcı geldiğinden yazıyı dikkatle okudum.
Bu iddianın sebebi şu: Tarhan Bey, iktidarın, Türkiye'nin (bana göre boş) hayallerinden biri olan
tarım reformu aşamasına geldiğini fakat '
toprağın kullanılması ve verimin artırılması' işinin bir kere daha
merkezi idareye bırakıldığını saptıyor. Bu o derecede çarpıcı bir husus ki, Erdem Bey, '
mahalli idare' kavramının bu konuda ilk defa
1985 yılında kullanıldığını ama yetersiz kaldığına işaret ediyor. Bu defa da aynı şey.
Büyükşehir, muhtar, belediye meclisi gibi kurumları yok sayıyor kanun.
Vali her işin sahibi. Oysa Erdem Bey'e göre kanunun tarım ve toprakla ilgili içeriği iyi olduğundan onu aynen koruyup uygulamaları
yerel yönetimlere devretmek gerek!
***
Kırılıp yere düşmüş bir aynanın yüzlerce görüntü yaratması ve her birinin de ilginç olması gibi, bu saptamalar da bir dizi ilginç sonuç üretiyor. Gerçekten de son 12 yılda daha önce hiç görülmedik derecede
yerel yönetim işlevi ortaya koyan bir iktidar neden hala tarımda
merkezi yönetimi bu ölçüde öne çıkarıyor? Bu iktidarın '
çevre'nin temsilcisi olduğu düşünülürse sorun daha da çarpıcı bir nitelik kazanır.
Öyle anlaşılıyor ki,
1960'larda
Ecevit'in icat ettiği '
toprak işleyenin su kullananın' sloganının
1971 askeri darbesiyle aşılmasından sonra toprak mülkiyetinin
çevreye doğru değişmesi konusunda neredeyse hiç ilerleme kaydedilmedi. Bunun birkaç nedeni var.
Birincisi, devlet mülkiyeti hala elinde tutmak istiyor. Halihazırda toprağın
büyük çoğunluğu zaten devletin. Buna bağlı olarak toprak mülkiyetini
Toplu Konut örneğinde olduğu gibi araçsallaştırabiliyor. Bir diğer unsur tarımda yerel yönetimlere imkan vermeyerek
küçük mülkiyetin öne çıkmasını
büyük mülkiyet lehine engelliyor. Hala gerçek bu, hala
Anadolu sermayesi büyük sermayeye dönüşsün isteniyor. Kaldı ki, büyük g
öç dalgalarıyla
kırsal alan boşaltılıyor. Bu, istenen, desteklenen bir politika olarak savunuluyorken
tarım-yerel yönetim ilişkisini kurmak olanaksız görünüyor iktidara. Gelin buna bir de
Kürt meselesini ekleyip yerel yönetim ilişkisini o açıdan ele alalım: sonuç budur, yerel yönetim toprağı koruma işinde devre dışı kalacaktır!
Bu işin bu kadar 'derin' olabileceğini düşünmüş müydünüz?