19. yüzyılda Batılı yazarlar, düşünürler, sanatçılar ansızın İtalya'yı keşfettiler. 1848-1914 arasında yayılan ve Aklın Krizi diye anılan bu dönemde bir kere daha antik Yunan ve Roma hatırlanmış, hayallerin, esinlerin kaynağı olmuştu. Yunanistan'da pek görecek bir şey yoktu. Oysa İtalya üç yanı deniz, tarihle yüklü, müthiş doğası olan bir ülkeydi. Rönesans henüz keşfedilmemişti ama gene de kiliseler, duvarlar dolusu resmiyle bir çekim kaynağıydı. (O Rönesans köylerini, kasabalarını yüzyıl başında Bernard Berenson at arabasıyla, kağnıyla, eşekle gidip bulacaktı, teker teker; saman ambarı, ağıl ve ahır halinde.)
Nietzsche'den Henry James'e, Mendelssohn'dan D. H. Lawrence'a kadar niceleri İtalya'nın güneşinde kırılmış ruhlarını onarmaya, yorgun ve yaşlı kemiklerini ısıtmaya, yitirdikleri hayallerini bulmaya çalıştı. İtalya'ya gitmek bir şan şöhret, bir imtiyaz demekti. Lüks bir kere daha ihanet etti, kendisini bir ihtiyaca dönüştürdü. "İtalya yolculuğu" gitgide bir "ihtiyaç" oldu, en nihayet Rossellini'nin o çok sevdiğim "İtalya Seyahati" filminden sonra unutuldu.
Bodrum da bizim için böyle mi acaba? Yıllardır süren bir Bodrum efsanesi var. Mavi Yolcular başlattı, Selim İleri'nin kusursuz yazılmış, incelikli romanı onu tıpkı Durrell'ın İskenderiye'si, Miller'ın Paris'i, Mahfuz'un Kahire'si (ah, Kahire...) gibi bir roman kişisine dönüştürdü. Bodrum, aşk, cinsellik, kösnü ve doğa demekti. Akdeniz'di, Bodrum.
Sonra insanlar ünü, parayı, lüksü tanıdılar ve Bodrum'a bu defa onlar için gittiler. Artık Selim İleri'nin, Halikarnas Balıkçısı'nın o düşlerle yüklü, sadece kalesinin bile hayaller kurdurttuğu kasabasından eser kalabilir miydi? Ben de yıllar önce "İstanbul'un bodrum'u" demiştim.
Gene de insanlar Bodrum'a gidiyor. Çünkü hâlâ sapsarı tarlalar yamaçlara doğru yükseliyor ve üstlerinde binlerce yıllık zeytin ağaçları var, hâlâ evlerden ve duvarların üstlerinden hevenk hevenk mor, eflatun, pembe ve kırmızı begonviller dökülüyor, hâlâ bir gece yasemin çiçekleri yerlerde gökyüzünden düşmüş yıldızlar gibi beyaz beyaz parlıyor ve kokular yayılıyor etrafa, hâlâ akşam bin bir renkle iniyor insanların üstüne, hâlâ kale mavi, kurşuni ve pembeden laciverte dönen bir geceye meydan okuyor, hâlâ antik tiyatrodan deniz görünüyor, hâlâ tirşe, cam göbeği, çividi deniz, koyları, kayaları ve dalgalarıyla orada...
Bütün bunlar Bodrum'u büyülü bir yere dönüştürüyor. Öyle olduğu içindir ki, insanlar eğer bir yaz Bodrum'a gitmezlerse tatil yaptıklarına inanmıyor, yılı, yazı boşa geçmiş sayıyor.