Haberi Hong Kong'dan dönerken uçakta okudum. Dondum kaldım. Mustafa Şerif Onaran, bana hiç ölmeyecek gibi gelen insanlardandı. Yaşı zaten ilerlemişti. Ama yaşama sevinci, bağlılığı, diriliği, dünyaya ilgisi ona, nezdimde, o "ölümsüzlük" imgesini kazandırmıştı. O kadar ki, en son, bu yıl, Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü töreninde ben Deniz Kavukçuoğlu'yla bir ön sırada otururken o arkamdan bana o sıralar Varlık'ta yazdığım günlüklerin öneminden dem vurmuş, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen Hocanın da gene yazılara dönük teveccühünden söz etmişti. Çok güzel şeyler söylemişti. O derecede her şeyi izliyordu. Tören boyunca tek dakika susmadan konuşacak kadar canlıydı. Deniz, "bir dakika susmayı başarırsan gelecek sene ödülü sana verecekler" demişti. Gülmekten kırılmıştık. Nasıl ölebilirdi? Yaşlanmayan insan ölmez sanıyoruz. O da benim tabirimle "yaşalan" ama "yaşlanmayan" birisiydi. Çok sevdiği, sonuna kadar bağlı kaldığı Nurullah Ataç için, Onaran'ın da yakın dostu Cahit Külebi "Hızır gibi daima genç" demişti. O da öyleydi. Gene çok ilginç ve şaşırtıcı bir şey. Bütün yaşamını edebiyata veren fakat mide-bağırsak cerrahı olan Mustafa Bey, mide kanamasından gitti.
***
İlk kez "edebiyatçı" olarak
Attila İlhan'ın odasında karşılaştık. Ben,
Selim İleri, Nazlı Eray, Buket Uzuner hep "genç" yazarlar, edebiyatçılardık ve kendimizi o odada bulduk. O kendisini şair olarak tanı(tı)yordu. Oysa şiiri çoktan bırakmıştı. Sonradan
Bilgi Yayınevi dergilerde kalmış şiirlerini topladıysa da Mustafa Bey o 1977 yılından sonra zaten hep düzyazı yazdı.
1950'lerde geldiği ve edebiyat ortamına girdiği Ankara'da
Ataç'tan başlayarak tüm edebiyatçılarla çok yakın dost olmuştu. Sonra
Türk Dil Kurumu'nda görev almıştı. Ben tanıdığımda
Türk Dili dergisi yayın kurulundaydı. Bu nedenle İstanbul'daki edebiyatçılarla da gelip gittikleri, yazı, şiir gönderdikleri bu dergi ve TDK üstünden yakın ilişkisini sürdürmüştü. Belki edebiyatçılığının, belki hekimliğinin verdiği bir yaklaşımla, daha çok da müthiş sosyal yeteneklerinin yardımıyla, tümünün "insan" yanını dikkatle izlemişti. Konuştukça, onları anlatırdı. En son güne kadar da yazılarında şairleri, yazarları değerlendirdi.
***
Bir defasında
Attila İlhan'la birlikte TDK'da bir konuşmasına gitmiştik. Attila İlhan'ı ansızın sahneye çağırdı. O da çarpıcı bir konuşma yaptı. Biraz uzattı, "Burada keseyim" dedi. Mustafa Bey, alicenaplık etti, "bu sözlerden sonra ben de burada keseyim" dedi. Başka bir gün -telaşlı, heyecanlı bir insandı- beni,
Nazlı Eray'ı,
Selim İleri'yi, önüne katıp, Ankara'dan İstanbul'a göçmekte olan
Salah Birsel'in, her şeyin kutulara doldurulduğu, balyaların üst üste durduğu evine götürmüştü. Selim bu anıyı yıllarca yazdı, büyük ayrıntılarla zenginleştirerek. Derken, çok sıkıntılı olduğum bir cumartesi öğleden sonrasında, nasılsa karşılaşmıştık, gene hiç dinlemeden beni arabasına atıp, bu defa
Hikmet İlaydınlı Hoca'nın evine götürmüştü. Hoca, o kısacık ziyaretimde dahi, ne bilgece sözler nakşetmişti belleğime.
***
İki olayda bana kırılmadı ama kızdı. Birinde, o sırada Kültür Bakanlığı'nda görevliydim, masada bulunan diğer edebiyatçılar onu yücelttiler, edebiyat dünyasının şusu busu dediler, yüksek payeleri anarak, ben de
Timur Lenk'e ve kuvvetine atfen "eh Mustafa Lenk" dedim. Tamamen yüceltici bir anlayışla, başka ne olabilir. Ertesi gün telefon edip tarizde bulundu. Peki. Bir de o günlüklerde eski bir anıdan bahsederken, "Mustafa Şerif Bey'in odasına gittim, başta
Ceyhun Atuf Kansu, herkes viski içiyordu" diye yazmışım. Çok hoşuma giden bir an, sahne olarak. Bana yazısında cevap verdi, "viskiyi ben götürdüm, kusursa benim kusurumdur" dedi. Yok canım, niye kusur olsun?..
Umarım, dilerim, şimdi, gittiği yerde, bütün kendisinden önce gitmiş edebiyatçılarla, o çok sevdiği meclislerde birlikte olur.