Son zamanlarda, böyle çalışırken, bir işe dalmışken, dışarıda bazen serin ve yağışlı, bazen bir çağla bademi gibi taze ve ışıklı bir dünya varken kendimi tam da bu ayda, mayıs ayında, geçmişin içinde bir yerlerde yakalıyorum. Kafamın içindeki bir bulut içinde dolaşıyorum. Tıpkı bir rüyada insanın bildiği ama bir türlü çıkaramadığı bir yerlerde kaybolması gibi ben de uzak bir iklimde, coğrafyadayım.
***
Biraz düşünerek buldum:
Ankara'dayım. Mayıs ayı gelmiş. Öğrenciyim, ortaokul veya üniversitede. Başım bulutlardan müteşekkil hayaller içinde, süt mavisi bir gökyüzü altında, yepyeni, pırıl pırıl, yaprakların yeşerttiği sokaklarda dolaşıyorum. Henüz binaların önlerinde bahçeler, bahçelerde güller var. Uzak bir koku duyuyorum; onlardan yayılıyor çevreye. Her şey dokunsam kırılacak bir cam gibi. O derece ince, o derece saydam.
Sonra haziran başı. Hani
Eliot, ayların en zalimi diye
nisanı betimliyor ya, yanlış; en umarsız ay
hazirandır. Varla yok arasında, her şeyin başıyla sonu arasındadır haziran. O Ankara günlerinde haziran... Bir çan sesi kadar diri, etrafa serpilen aydınlığında her şeyin titrediği sabahlar. Öğleden sonra inen çok ışıklı, aydınlık yağmurlar. Akşam üstlerinin, üstüne saçılmış, salkım saçak bulutlarla büsbütün genişleyip büyüyen, maviden laciverte dönen göğü. Nihayet serin, sessiz, sade akşamları.
Önce at kestaneleri. Sonra iğde ağaçları. Sonra ıhlamurlar.
Her tarafın kokuya batıyor. Her zamanki gibi yalnızsın. Sokaklarda dolaşıyorsun. Etraf serin. Hafifçe ürperdiğini duyuyorsun. Aklında
Baudelaire: "
parfüm", "
balkon" ve "
yolculuk." Yıkık bir duvarın altında yürüyorsun. Arkadan kızların çığlıkları duyuluyor. Bomboş bir sokaktasın. Duvarın üstünden göğün boşluğuna uzanmış tepeden tırnağa kendisini işlemiş bir badem ağacı görüyorsun. Geleceğin önünde açılıyor. "Bir gün..." diyorsun!
Dışarıda çıldırtıcı bir ilkyaz günü İstanbul'una, pencerelere sığmayan ışıkla yüklü, masmavi ipeğini kıpkırmızı bir takanın yırttığı Haliç denizine rağmen, geçmişin, belleğin sokaklarındasın.
***
İşte Ankara'dayım. Bir araba büyük, hafifçe alçalıp yükselen bir ovanın kıyısından beni kente götürüyor. Yemyeşil ova. Üstünde şairin sulu boya veya tıraş köpüğü dediği, uçuşan bulutlarla ağarmış, sütlü mavi bir gökyüzü var. Camı aralıyorum. Uzak iğde ağaçlarının kokusu doluyor içeri. Uzakta kavak ağaçları görünüyor. Ovanın ortasında tok, gür, dip diri bir meşe açıyor kendisini peyzaja.
Araba kente dalıyor. Çocukluğumda dolaştığım, yaşadığım, kendimi bulduğum sokaklardan ilerliyor. Elli yıl önce bir aralık gecesi indiğim evin önünden geçiyorum. İşte, o bahçelerinden kokuların yayıldığı sokaklarda ilerliyorum. Bu yaşadıklarım bir gerçek. Birkaç gün arayla zihnimde yaşayan bir kentin şimdi asfalt ve beton olarak içindeyim. O kadar kesin ve somut her şey.
Gözlerimi kapıyorum. Hiçbir gerçek, belleğin balmumuyla mühürlediği ve balmumu bir renge dönüştürdüğü anıların yerini tutmuyor. Yanlış:
anılar değil yeri doldurulmaz olan,
anımsama. Çünkü her anımsama anıdan fazlasıdır. Anı gerçektir. Anımsama daima muhayyilenin bir kurmacasıdır.
Proust'un madleni...
***
O zaman anlıyorsun bir kere daha: gerçek yolculuk zihninde çıktığın yolculuktur ve macera dolu olanı geleceğe değil geçmişe yaptıklarındır. Bilinmeyen, yaşanmamış veya yaşanacak olan değil, yaşanmış olanda saklıdır.
Bu kaldı bana diyorum 12 saatlik bir Ankara yolculuğundan dönerken, uçak batan günle kızarmış ovanın üstünden yükselirken: İnsan ancak zamanla çoğalır çünkü zaman ancak zamanla aşılır.