Muhteşem Yüzyıl tartışmalarının arkasından gelen ecdat tartışması beni Türkiye'deki tartışmaların kutuplu yapısı üstünde düşünmeye itti, bir kez daha. Öyle görünüyor ki, gene bir süre başka bir "ikililik" (duality) ile oyalanacağız. Bu defa da Osmanlı buydu-hayır o değildi türünden bir zıtlaşmanın içinde yaşayacağız. Bir taraf "ecdadın" yüce/ltilmiş değerlerini savunurken diğer taraf onun, haydi "farklı" diyeyim, yanını öne çıkarıyor, çıkaracak.
***
Türkiye'nin kutuplu bir siyasete, hatta toplumsal ilişkilere açık olduğu çoğu zaman yakınılarak söylenir. Doğrudur. Yakın tarihimiz kutuplaşmış ilişkilerin çatışmalarıyla doludur. Bu durumun doğal, kendiliğinden, kültürel bir ilişki olarak mı ortaya çıktığı yoksa bunun "yaratılan", imal edilen bir durum mu olduğu sorusu da gene sıklıkla sorulur.
Toplumsal hiçbir ilişki kendiliğinden değildir. Bazı kültürel normların içselleştirilerek öznel bir hale getirilmesini kabul etmemek olanaksız. Kültür zaten odur. Fakat kültürel yapıyı hazırlayan nesnel koşulların mevcudiyetidir benim inandığım.
***
Böyle değerlendirince Türkiye'deki kutuplaşmayı çok farklı nedenlere bağlamak mümkün. Bizde, Batıdaki gibi sınıf ayrılıklarının olmaması, ister istemez bir "sözleşme" (kontrat) geleneğinin de doğmasını engellemiş. İslam'ın hâkim olduğu çağlar içinde onun hukuk sisteminin ürettiği bir sözleşme yapısının mevcut olup olmadığı başka bir konu. Ben, İslam hukukunun doğal bir sözleşme içerdiğini (bırakalım Osmanlıda örfi hukuk sistemiyle şeri hukukun bir arada bulunmasını ve zamanında çok konuşulan Medine Vesikası türünden oluşumları bir yana) ama bunun hâkim haliyle bir cemaat toplumu yarattığını (İslam ümmeti), onun da gene farkların telif edinmesine yönelik bir sözleşmeyi engellediği kanısındayım. "Uzlaşma" doğal bir üst norm şeklinde hâkim olunca farkı bir arada tutacak sözleşmeye de gerek kalmıyor.
Hal böyle olunca kültürel sembolizmanın önemi ortaya çıkıyor. Herkes kendi kültürel kodlarını açıklayacak bazı değerleri, çoğu zaman gerçek anlamından soyup, bir sembol olarak öne çıkarıyor. İş bu noktaya taşınınca, kaçınılmaz bir biçimde, benimsenen sembole, tıpkı bir askeri alayın sancağı gibi, kutsiyet affediliyor. Onun benimsenmesi diğer kültürel değerlerin dışlanmasına yol açıyor.
***
Çok büyük ölçüde Tanzimat'tan beri devam eden hayatımız bu ikilikler üstüne kuruldu. Çoğu zaman medeniyet inkırazı (krizi) diye nitelendirdiğimiz gerçek, önerilenin mevcut olanı reddetmesi veya, önerilene hiç değer atfedilmeksizin mevcut olandaki ısrardır. Yani, eskiden çok kullanılmış bir kavramla söyleyeyim, "sentez" yapamayışımızdır, çıkmazımız. İşte buna ben "sözleşme noksanı" diyorum. Ve bu sentezden daha önemli geliyor bana. Çünkü, sentez iki şeyi birbiri içinde eritmeyi öngörüyor. Oysa sözleşme iki farklı şeyin bir arada uyum, hiç değilse saygı, içinde sürdürdüğü varlıktır. Dün bunu başaramadık. Anlaşılan hâlâ başaramıyoruz.
Devam edeceğim.