Açlık grevleri bana bir kere daha ne kadar ölümle içli dışlı bir ülke olduğumuzu kimsenin bu katmanlı sorunun üstünde durmadığını hatırlattı...
Güney Doğunun hali ortada. Ölüm 30 yıldan fazla bir zamandır o bölgede kol geziyor. Devlet her gün öldürdüğü insanların sayısını açıklayarak, o sayının büyüklüğüyle gönüllere su serpmek, kendisine güç toplamak çabasında. Kimse o 'ölü ele geçti' denen insanın da ailesi, çoluk çocuğu, akrabası, anası babası olduğunu derhatır etmiyor. Aynı şekilde mayına basarak, bombalı saldırıda, düşen helikopterde, cephanelik patlamasında ölenler var. Askere gidip dönmeyenler...
***
İki taraf da bu ölümleri
şehit diyerek taltif ediyor, takdis ediyor, takdir ediyor.
'
Şehit cenazeleri' diye bir kavramla yatıp kalkıyoruz. Şehit anneleri, aileleri, onların acıları, yaşantıları ve yaşadıkları her gün gazetelerde, televizyonda. Bunların hepsi yürek burkan, insanın içini acıtan, kanatan şeyler. Acının ve ölümün içinde soluk alıp veriyoruz, daha doğrusu soluksuz kalmış durumdayız.
Gerçekten de, hayatımıza son yıllarda karışan bir
şehitlik kavramı var. Herkes şehit artık. '
Trafik şehitleri' diye bir yazı bile gördüm. '
Turgut Özal şehit edildi' deniyor. '
Adnan Menderes şehit oldu/ edildi' deniyor.
Cezaevlerinde yedi yüze yakın insan
açlık grevinde. Açlık grevindeki insanlar '
ölüm orucu'na girmiş insanlardır. Ölmenin o yolunu seçtiler. Sonuç ne olursa olsun (umarız olumlu olur, kimse yaşamını yitirmez) ölümün içinde devam eden bir eylem ve süreç bu. Bu orucun aldığı herhangi bir can 'şehit' diye adlandırılacak. Daha önceki eylemlerde de olduğu gibi...
Ölüm kültürü eski bir Cumhurbaşkanının mezarının açılmasına kadar gitti.
Turgut Özal zehirlendi, dendi. Bilemem, Adli Tıp raporu belki doğrular belki doğrulamaz ama bir ülke eski bir cumhurbaşkanının mezarını açmaya, naaşını çıkarmaya, yeniden defnetmeye kadar götürdü işi. Yetmezmiş gibi şimdi de
Ecevit'in de zehirlendiğine dair açıklamalar gelmeye başladı. Kim bilir, belki bir süre sonra, Özal'ın naaşının başına gelenler onun naaşının da başına gelecek. Türkiye'de, artık kimse kimseye inanmıyor. Nasıl inansın bu ülke bütün bir 1990'lı yılları
faili meçhul cinayetlerle dolup taşarak geçirdi.
***
Ölümün bu kertede gündelik hayata karışması, onun bu ölçüde bir parçası olması, bu derecede kanıksan bir şey haline gelmesi, ister istemez akla
tiyatrosallık denen kavramı getiriyor. Buna
ölümün sıradanlaşması demek de kabil. Gerçeğini yitirmiş, anlamından boşanmış, kabuklaşmış bir kavram artık ölüm bizde. Bir tiyatro dekoru, oyunu gibi. Oysa son derecede gerçek, o derecede somut. Zaten bu nedenle
ikili bir sorun yaşıyoruz. Bir yanda o somut ve katı olan ölümün bu sertlikte, bu yaygınlıkta, bu yoğunlukta yaşanması. Öte yanda o katılığın bir tiyatroya, seyirlik bir meseleye dönüşmesi. Sıradanlaşması.
İçinde yaşadığımız ve dile getirdiğim bu sorunun çok başka açılımlar gösterdiği, göstereceği kanısındayım.
Ölüme kanıksamak bunun en hafifidir. Ayrıca ölüme kanıksamak tek başına bir anlam ifade etmez. Ölümü yok saymak, unutmak, görmezden gelmek, ölüme duyarsızlaşmak, ölümün anlamını yitirmesi bir toplumun
gerçekle kurduğu ilişkinin, gerçeğini kabullenişinin sorunlu hale gelmesine yol açar. Biz zaten
inkarı, susmayı, unutmayı farklı olaylarda yaşamış bir toplumuz. Her inkar ve onun bir parçası olan suskunluk bir toplumun kendisini yok saymasıdır. Kendi gerçeğiyle yüzleşecek
erginlikten sürekli olarak uzak düşmesidir.
Patolojik bir mertebede bulunmasıdır. Üstelik, o inkarlar çoğu defa olaylar yaşandıktan, bittikten, geçtikten sonra ortaya çıkmıştı. Şimdiyse içinde yaşarken inkar ediyoruz olayları, yok sayıyoruz. Ölüm sıradanlaşıyorsa bu ölçüde, her şey yalanlaşıyor demektir.
İşimiz gerçekten çok zor!