Açlık Grevleri-1
Şu anda, mevcut koşullarda bir imkânsızlık konusu olarak görmek gerek açlık grevlerini. Nedeni iki tarafın da şiddete başvurması. İki taraf derken açlık grevine girenleri, Kürtleri ve devleti, Türkleri kastediyorum. Bir taraf siyasal şiddetin uç noktası olan açlık grevine başlamış, artık mermi olarak bedenini, yok etme pahasına, namluya sürmüş diğeri buna tamamen uzak ve kapalı. Kimsenin kimseyi dinlediği, anladığı yok. Bu derecede olumsuz, bu derecede kör bir noktadan çıkılabilir mi?
Başta cevabı verdim: bu şartlarda imkânsız.
Önce şu imkânsızlık diye vurguladığım noktayı biraz açayım.
***
Aslına bakılırsa
politik alan imkânsızı kabul etmez. Politika gelip bir uca, bir kıyıya, bir çıkmaza dayanmış olan sorunu çözmek, aşmak aracıdır. Politik alan her sorunu çözer. Çözümsüzlük varsa bu politikanın aczine ve yetersizliğine, bazen de namevcut olmasına tekabül eder.
Siyasal şiddet politik çözüm arayışının dışındadır. Çünkü
şiddet politik olanla bir arada olamaz. Politika
şiddet dışı yöntemle kısıtlamaları aşmak içindir. Politik şiddet diye bir kavram vardır ama o bir
istisnadır. İstisna hali ise hukukun
anormallik dairesidir. Politika-hukuk arasında bir Çin Seddi olmadığı da malum.
Böyle bakınca, bana kızanlar kızsın, öncelikle
Kürt tarafının açlık grevlerini başlatmasını doğrudan
siyasal şiddete dönük bir girişim olarak gördüğümü belirteyim. Doğrudur, onlar bugüne dek maruz kaldıkları şiddeti söz konusu ediyor, devletin geliştirdiği duyarsızlığı, katılığı dile getiriyor. Bunlar hepsi derece derece doğru. Gene de bu ölçüde büyük bir kalkışmanın doğrudan
diyaloğu yani en önemli politik aracı daha baştan devre dışı bıraktığını bilmek şart.
***
Öte yandan
devlet, hele gelinen noktada, büsbütün
çaresiz. O vakit o da
şiddete başvuruyor. Susuyor, içine kapanıyor, kulaklarını tıkıyor. Bu şiddettir. Farklı izahı yok bunun. Yapısı, doğası, tanımı gereği böyle. Üstelik devlet daha da
imkânsız noktada. Çünkü devlet, tanımı gereği şiddettir. En azından, resmi ve meşru şiddet kullanma hakkına sahiptir. Hele kenara çekilince, çare ve çözüm üretmeyince büsbütün şiddetle hemhal olur. Devlet ancak diyalog ve çözümle,
nötr eylemle şiddet niteliğini aşar.
Hele
beden varsa işin içinde.
Beden dediğimiz bu varlık, hukuki ve politik manaları olan ve o düzeylerde sadece şahsın kendisine ait bir varlık değildir. Bedenin bir manada sahibi devlettir; bir manada ise, devletin elinden kurtarılmış bir alandır, beden. Ben kendi bedenime zarar vermem. Devlet buna rıza göstermez. Ama devlet de benim bedenime zarar vermez.
Hukuksal bakımdan pozisyonlar bunlarken şimdi devlet bu aşamaya gelmiş bir probleme "
ne isterlerse onu yapabilirler" diye
yaklaşamaz. O davranışın kabul edilemeyeceği aşikâr. Çünkü bu açlık grevleri sonunda eğer o hiç beklenmeyen tablo teşekkül eder ve insanlar
ölmeye başlarsa bunun sorumluluğu derhal ölen kişiden devlete yönelir ve devlet hiç öyle olduğunu sanmasa bile şiddet uygulayarak o şahsı öldürmüş gibi kabul edilir.
Felsefi tabiriyle bu durum bir
aporia, bir çıkmaz mı? Evet! Kesinlikle! Hele devlet bakımından büsbütün böyle. Bu noktaya gelmiş bir
politik eylem karşısında devlet daha fazla kendi içine kapanarak mücadele edemez. O mücadeleyi sürdüreceği meşruiyet zeminini daha baştan yitirir. Çünkü söylediğim gibi, devlet politik olarak bizatihi şiddettir. Bu şartlarda siyasetçi devletle özdeşleşerek ve onun dilini kullanarak değil, onu aşarak, hukukun ve siyasetin diline ve araçlarına yönelerek çare aramak zorundadır. Zorundadır!
İmkânsızlığın içinden çıkacak imkân budur. Devam edeceğim.