Türkiye'de muhafazakârlığın dinsellik (ve tersi) olarak anlaşılmasının başlıca nedeni dinselliği aşan bir muhafazakârlığın üretilmemesidir, toplumsallaştırılmamasıdır.
***
Bu çok şaşırtıcı durumun başlıca nedenine çarşamba günü değinmiştim. Muhafazakârlıkla Müslümanlık veya dinsellik birlikte, iç içe düşünülüyor. Müslümanlığı aşan, dinselliğin ötesine geçen bir muhafazakârlık anlayışı
"semantik" (dilin bir şeyleri "işaret" etmesi) olarak da söz konusu değil, çünkü Cumhuriyet döneminde, ondan daha vahimi, yakın dönemde İslam ve Müslümanlıkla ilgili herhangi bir siyasallaşma söz konusu edilemiyordu. Muhafazakârlık denilerek Müslümanlığa/İslam'a örtük bir göndermede bulunuluyordu.
Şerif Mardin, yaptığı değerlendirmede İslam'ı bir kimlik kurucu öğe olarak tanımlıyor. Bu açıdan ele alındığında, söz konusu İslam'ın bir
dinsel aidiyetten ötede (dinsellik zaten temel faktör)
kültürel aidiyete yönelik olduğunu düşünmek gerek. Bu da bizi, öteden beri vurguladığım bir noktaya getiriyor. Türkiye'de İslam
siyasal olmaktan önce
kültüreldir ve
kültürel Müslümanlık dediğim olgu bu toplumda, derin kökleri ve yarattığı geniş hafıza ve birikim nedeniyle, Müslüman olmayanları dahi kapsayan bir mahiyet taşımaktadır. (İslam'ın
siyasallığı bizzat İslam'ın içinden türeyen bir olgudur.) Bu niteliğiyle de Müslümanlıkla ilişkilendirilmiş muhafazakârlık bütün
kültürel alanı kaplamaktadır. Bu o kadar böyledir ki, şimdi laikçi kesimin de ne kadar Müslüman olduğunu göstermeye yönelik davranışları, tepkileri söz konusu ettiğim
kültürel Müslümanlık olgusunun enini boyunu yani genişlik ve derinliğini ortaya koymaktadır.
***
Buna rağmen sorulacak soru şu: neden Müslümanlığı aşan, dinselliği yok saymayan ama onun ötesinde
"seküler" diyeyim, bir muhafazakârlık üretilmedi de bu ikisi bu kadar iç içe geçti? Akıllara hangi soruların geleceğini kestirmek zor değil: birincisi, dinsellikle muhafazakârlık ilişkisi. Onun cevabını çarşamba günkü yazımda
Burke'u anarak verdim diyelim, o zaman da, bugün Cumhuriyetçi- Kemalist elitin muhafazakârlığından söz açılamaz mı denecektir. Doğrudur tepeden tırnağa, öyledir, ama "o" muhafazakârlık, bu ideolojinin teorisi içinde bu tür bir muhafazakârlık çok özgül bir yere sahiptir. Teoriye göre
pozisyonel bir durumdur o ve işin daha da beter yanı muhafazakârlık murat edilmemişken ortaya çıkmaktadır. Yani gönüllü değil, zoraki, koşullu bir sonuca tekabül eder, bariz biçimde. Biz onun da dışında kalan bir muhafazakârlık arıyoruz.
***
Olmayan o! Olmamasının büyük nedeni, bana kalırsa, Cumhuriyetin ürettiği
ilericilik kavramıdır ve o kavramın oluşumunda Batılılaşmanın, Batı değerlerinin oynadığı roldür. Örnek olarak
Tanpınar seçilebilir. Tanpınar, daha önce yazdığım uzun bir makalede gösterdiğim gibi, Türkiye'de
"Batılı muhafazakârlığın" çok ciddi bir temsilcisi olabilirdi ama o dahi kendisini öyle bir konuma yerleştirmiyor, bu defterlerinden ve mektuplarından, kendisini değerlendiriş biçiminden rahatlıkla anlaşılıyor. Daha da beteri, şimdi onu değerlendirenler,
Tanpınar'ı bu niteliğinden ayırıp, koparıp, bambaşka yerlere fideleyerek "okuyorlar." Oysa
Tanpınar bir muhafazakârlık örneği olarak biçimlendirilebilirdi ve bu kısmen, bütün "yenilikçiliğine" rağmen üstadı
Yahya Kemal için de geçerliydi ki, adını bilen dahi kalmadı.
***
O zaman şöyle bir spekülasyon yapabilirim: Türkiye'de çok uzun tarihi boyunca hâkim olan ve
Şerif Mardin'in söylediği üzere Cumhuriyet döneminde de kurumsal (ve zihinsel) sürekliliği devam eden
İslam/ Müslümanlık muhafazakârlığın çıkış noktasıdır ve bu
kültürel/ kimliksel bir tepkidir. Yani insanlar evvela kimlik arayışı içindedir ve onunla ilişkisi oranında kendilerini önce Müslüman diye adlandırır. Bu
kültürel muhafazakârlıktır, İslam'la yoğrulmuşturve sanılanın tersine politik değildir.
Buna karşılık
Yahya Kemal de
Tanpınar da ne muhafazakârlığı kabul etmiş ne de onun tanımını getirmiştir. Türkiye
Tanzimat'tan bile daha erken bir tarihte başladığı sürekli dönüşüm ve Batılılaşma hareketi içinde kendisini daima muhafazakârlık ötesi bir pozisyona yerleştirdiği oranda tarihselleştirdiği yani
modern olduğu oranda kendi gözünde de önemsemiştir. Dinse daima bir siyah-beyaz keskinliğinde ele alınmıştır. Yahya Kemal'den başka bir mana türetilebilirdi, o da bu nedenlerle eksik bırakılmıştır.
***
Türkiye her zaman söylediğim gibi daima kültürel olandan gitmiştir politik olana.