Daha önce de yazdım ama yeri geldi bir daha değineyim. Ne yazık ki, parlak doktora tezini tamamladıktan kısa bir süre sonra, genç yaşında vefat eden M. Naim Turfan, Türkçeye Jön Türklerin Yükselişi (Alkım Kitabevi) adıyla çevrilen yapıtının başında ilginç bir yorum yapar. Onun da başka kaynaklardan aktardığına göre Mustafa Kemal, 1909'da 13-25 Ocak arasında Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin gizlice Selanik'te toplanan İkinci Yıllık Kongresi'nde bir konuşma yapmıştır. Mustafa Kemal o sıralarda henüz Erkan- ı Harp Kolağasıdır. 3. Ordu'da görevlidir. Kongreye Trablusgarp delegesi olarak katılmaktadır.
Konuşmasında Mustafa Kemal ordunun siyasetten uzak kalması gerektiğini ısrarla savunur. Mustafa Kemal'in bu görüşlerini sonuna kadar koruduğu daima söylenegelmiştir.
***
Naim Turfan, bizde hep aynı şekilde tekrarlanan,
"Atatürk (ve İnönü) ordunun siyaset dışında kalmasını iste(r)di" yolundaki görüşü tersine çevirir. Der ki, doğrudur, o konuşma bu şekilde yorumlanabilir ama işin içinde başka bir boyut daha vardır. Mustafa Kemal, ilk defa, daha modern bir ordu tanımı yapmakta, ordunun siyasetten uzak duran,
bağımsız bir birim olmasını istemektedir.
Bu bağımsızlık ordunun siyasete müdahale etmemesi değil, tersine siyasetin orduya müdahalesini engellemek maksadını taşır.
***
Pazartesi günkü yazımda, bu
bağımsızlık- siyasallaşma tartışmasına, sivil-asker ilişkilerinin
Huntington'la beraber kurucusu kabul edilen
Janowski'nin düşüncelerinden hareketle bir yanıt getirmeye çalışmıştım. Yani, ordu,
siyaset dışı kaldıkça, şu yaptığım alıntının terimleriyle söylersem, ordu
bağımsızlıktan çıkıp, doğrudan
siyasetin denetimi altına girdikçe hem kendisini
teknik olarak yenilemekte hem de
mutlakiyetçi, içine dönük yapısından uzaklaşarak demokratik bir nitelik kazanmakta, haydi, onu da belirteyim, toplumla daha fazla içli dışlı olmaktadır.
***
Türkiye'deki ordu bana göre geçen yıla ve Ergenekon davaları başlayana kadar 1908 öncesinde ve hemen sonrasında biçimlendirilmiş orduydu.
Mustafa Kemal, İ- T'nin hazırladığı, kendisinin de bir parçası olduğu orduyu,
"devrimleri" gerçekleştirmek için kullandı. Bizim
cumhuriyetimizin ve ondan da önce
Meşrutiyetimizin garip bir talihi ve tarihi var. Her iki hareketin de özü, anlamı, dokusu
sivildir. Ama ne yazık ki, her iki hareket de
ordu güdümünde kurulmuştur. Her ikisi de bir tür askeri darbedir. Doğrudur, yanlıştır, o ayrı bir mesele. Bana göre doğrudurlar. Ne var ki, Cumhuriyet askeri bir model üstüne bina edildiği için,
"Cumhuriyet ve devrimlerin", hepsinin özü olan
"laikliğin" korunması askere ve orduya bir görev olarak verildiği için, ordu da bunu her fırsatta "uyguladığı" için bugüne kadar
militer bir cumhuriyet yani rejim ve toplum olarak geldik.
Burada şu da var: tıpkı
Rus Devrimi gibi Cumhuriyet de sivil bir hareket
değildi, çünkü ortada öyle bir atılımı gerçekleştirecek
sınıflar bulunmuyordu. Tersine her iki modelde ve ülkede sistemler rejimin dayanağı olan
sınıfları inşa etmek çabasındaydı. Üstüne üstlük, 1950'den sonra
Soğuk Savaş diye bir bela çıktı ve bu rejimlerin alabildiğine kendi içine dönük, dışına sımsıkı kapalı olmasına, kalmasına sonsuz imkân sağladı.
***
Şimdi ne oluyor, sorusunun cevabını anlamak için iki noktayı hatırlamak gerek. Dışarıda
1989 oldu ve
SS sona erdi.
SSCB ve Doğu Bloku buna bağlı olarak çöktü. Yalan yanlış da olsa
militarizm dışı birtakım nispeten demokratik yönetimler kuruldu. Türkiye bunu kısmen yaşadı. Çok özel şartlardan dolayı Türkiye aslında
Sovyetik (veya diğer otoriter rejimler) bir model olduğunu fark edemedi. Ayrıca
Kürt sorununun sadece askeri bir sorun olarak tanımlanması, tamamen kapalı toplum öngören anayasal yapı bizi bugüne kadar taşıdı.
Şimdi
devlet (dikkat: devlet dedim) demokratikleşiyor. Bunun çeşitli boyutları var. Daha ileri gidebilir de gitmeyebilir de.
Cumaya irdeleyeyim...