Çok yıllar önce ilk kez gidip, güneşli ve güzel bir günde meşhur bahçelerinde dolaştığım Versaille (Versay) Sarayı'na bir süre önce de Fransa'daki Türk yılının kapanışı nedeniyle gitmiştim. Yüzyıllardır kullanılmayan küçük bir opera salonu o akşam yapılacak tören vesilesiyle açılmıştı. Salon küçük ama görkemliydi. Bir devrin zihniyetini yansıtması bakımından ayrıca ilginçti. Ama oyun o kadar sıkıcıydı ki, dayanamayıp, yarıda çıkmış, sarayın taş koridorlarında dolaşmıştım.
Dün bir kere daha aynı mekâna gittim. Fransız milliyetçiliği bu yapının daha fazla sadece "eski saray" olarak kalmasına razı olmamış. Şimdi gene bir tür saray olarak kullanılacak. Daha doğrusu hükümet binası. Bakanlıkların bazı bölümleri buraya taşınıyor. Bazı toplantılar burada yapılacak. Her zaman olduğu gibi önce dışını "cilalayarak" işe başlamışlar. Dış cepheye çekilen, hayranı oldukları altın varak / kaplamayla bina güneşin altında derin uykusundan uyanıyor.
Bir sergi var şimdi sarayda. "İktidar koltukları". Ne yalan söylemeli, bu tür sergiler yapmayı çok iyi biliyorlar. Sarayın her bir eski odasına bir imparatorun, papa gibi dinsel otorite sahibinin koltuğunu yerleştirmişler. 18. yüzyılda bile Rönesans anlayışını taklit ederek yapılmış tavan ve duvarların, bitmez tükenmez goblenlerin kasveti arasında Uzakdoğu'dan, Güney Amerika'dan, Petersburg'dan, Afrika'dan getirilmiş "tahtlara" bakıyorum.
Dışarıda güneş batıyor. Yüksek, geniş pencerelerden dillere destan, bir çağın düşüncesini yansıtan bahçeler, havuzlar, sular, ileride ormanlar görünüyor. Bunca tacın ve tahtın ne kadar saçma olduğunu düşünüyorum ama söyleyecek bir şey yok. Pierre Clastres'dan öğrendik. Dünya kurulduğundan beri iktidar oldu. İnsan kendi yaptığı putlara, kendi seçtiği insanlara, kendi geliştirdiği düşünceye taptı. Onu kendisinden ayırdı. Kendisinden yüksek bir yere yerleştirdi. Onu ifade etmek için özel diller geliştirdi, semboller kullandı. O iktidar sahipleri de önce Tanrı'dan, sonra halktan aldığı "güçle" yeri geldi karşısındaki tebaayı ezdikçe ezdi.
Versay Sarayı'nın sahibi krallar yataklarında uyanırdı. Dışarıda dönemin soyluları yanına girmek için bekleşirdi. Bir arz, bir talep için değil. Kralın içine defi hacet ettiği lazımlığı alıp koklamak için. Orada olmak maksadıyla, ilk koklayan olmak uğruna bir servet öderlerdi eğer haşmetmeabın yakınlarından birisi değillerse. Alın size iktidar.
Sonra kral ve kraliçe oturup binlerce tabaktan oluşan yemeklerini yer, saray halkı onları seyrederdi. Bir iktidar örneği daha. Bizim 28 Mehmet Çelebi, Fransa'ya sefiri kebir olarak gittiğinde ondan da halkın önünde yemek yemesini istemişler. Hazret ne yapsın, usul budur diye kırmamış ama Seyahatnamesinde, kalabalığın önünde yemenin ne kadar müşkül olduğunu, o muhteşem üslubuyla, yana yakıla anlatır. Buna ne ad verelim, karşı-iktidar örneği mi?
Ama bu saray salonlarında bir sürekliliğin izlerini bulmak da mümkün. Yataklar, masalar, çatal bıçaklarla bugünküler arasında tarz ve üslup dışında hiçbir fark yok. Geçmiş anlayışı bakımından da. En son odada burada yaşamış kralları devirmiş "Fransız İhtilali çocuğu Napolyon"un Romalılar gibi giyinip karısını İmparatoriçe ilan edişini gösteren David'in Louvre'daki müthiş resminin kopyası asılı. Napolyon odası burası. Tahtlarıyla, ona ayırmışlar. Evet, nedir bu? Bir devrimle gelip, devirdiği iktidarlardan daha büyük bir saltanat kurmaya çalışmanın manası, maksadı nedir? Kişisel hırs mı, yoksa dediğim gibi, halkın onu orada, öyle görmek isteyişi mi? İnsanoğlunun güce tapınma tutkusu mu? Başkasının gücünü kendi gücü sayma anlayışı mı?
Yeniden, bu defa güneşin battığı çok büyük bir gökyüzünün altındaki avluya çıktığımda o insanların aklına gelmeyen demokrasinin bu serüven içinde durduğu yeri düşünüyorum. İngiliz-Amerikan ve Fransız Devrimi, orta sınıfın güçlenmesi, insanın insan olarak sahip olduğu iktidarın keşfedilmesi bizi bugüne taşıdı. Ama hâlâ tiranlar var bu dünyada ve işin daha da vahimi, onları ortadan kaldırmaya çalışanların başka tiranlıkların peşinde koşması.
Üstüne üstlük, işte Versay Sarayı duruyor olduğu yerde, olanca ihtişamıyla.