TÜSİAD anayasa önerisini bir kere daha o kadar "alaturka", daha doğrusu "Şark işi" bir noktaya getirdi ki, insan neyi tartışacağını bilemiyor. Yazdırdığı, üstlendiği, TÜSİAD Başkanı'nın kanal kanal dolaşıp kamuoyunda tartışılan noktalarını açıkladığı, TÜSİAD üyesi ve eski başkanı eşinin ayrıca sahiplendiği bir anayasayı bir parti genel başkanının çıkışı üstüne elinden kaldırıp attı, "benim değildir, akademik egzersizdir" deyip işin içinden sıyrılmaya çalıştı. Anlaşılan bundan böyle o kurumun içinde ciddi bir bölünme yaşanacak, ikilemler oluşacak, bu güne kadar ağır ve derin akan nehir bu çatlaktan yer üstüne çıkacak. Böylece TÜSİAD'ın bir sivil toplum kuruluşu mu, bir çıkar grubu mu, bir lobi mi olduğu büsbütün aydınlanacak.
Biz işin o kısmını bırakıp Anayasa konusundaki önerilere gelelim. Yapılan tartışma mevcut anayasanın değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez olan maddelerinin yeni metinde bulunmamasını önermekten kaynaklanıyor. Bu konuda elimizde yeteri kadar doküman var, neyin ne olduğunu anlamak için. Onların arasında en kuvvetli olan argüman ise, bu hükmün 1982 Anayasası'yla ortaya çıktığıdır. Daha önceki anayasalarda böyle bir madde yok.
Bunlar kaldırılabilir mi?
Hemen şunu söyleyeyim: 1982 Anayasası çok özel koşullarda hazırlanmış bir metindir. Bir tepki anayasasıdır. Darbeyi yapanlar ve anayasayı yazdıranlar Türkiye'nin 1930'lara dönmesini, içine kapalı bir ülke olmasını istiyordu. Milletin devletini değil, devletin milletini öngörüyorlardı. Sınıf farklarını reddediyor, homojen, üniform bir sosyal yapıyı kurmak istiyorlardı. Bunun adı Faşist devlet modellerinde çok geçerli olan korporatist devletti. Atatürkçülük bu modelin meşruiyet zeminiydi ve ulaşılmaz (erksel- teleolojik) ideolojisiydi. Anayasa bu ruhu yansıtan karmakarışık bir metindir.
Böyle bir anayasanın 21. yüzyılda daha fazla taşınması olanaksızdır. Eski anayasanın revizyonu değil, gereken şey, yeni bir anayasa yazılmasıdır. Bu anayasa yazılırken 1982 Anayasası'nın Başlangıç bölümünde yer alan bazı hususların devre dışı bırakılmasından ürkmek değil, tersine yeni anayasanın o tür unsurları somutlaştırmak için yazıldığını düşünmek gerekir.
Bu meyanda bir anayasada devleti tanımlayacak neler olmalıdır sorusu önemlidir. Eğer "maksimalist" bir anayasa yaparsanız vereceğiniz yanıt başka, "minimalist" bir anayasa yaparsanız yanıt gene farklı olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, uzlaşma, daha doğrusu uzlaşamama sorunları ve Türkiye'nin yüz yüze kaldığı sıkıntıları görmezden gelme alışkanlığı yüzünden gidiş daha minimalist bir anayasaya yönelmiştir ve bu doğrudur. Öyle bir tasavvurla hazırlanmış bir anayasada bayrak, başkent, dil, marş yer alabilir; ama bunlar o kadar önemli değildir. Tekrar ediyorum, yer almasında bir sakınca yoktur; olabilir. Fakat asıl mesele devletin niteliğiyle ilgilidir. Yeniden tanımlanan devlet bana göre, demokratik olmalıdır, hukuk devleti olmalıdır, insan haklarını egemenlik koşulu haline getirmiş, o çerçeve içinde benimsemiş bir devlet olmalıdır.
Geriye laiklik prensibi kalıyor. Türkiye'de müesses nizamın iki büyük korkusundan birisi ülkenin bölüneceği (yani Kürt korkusu), diğeri şeriatın geleceğidir (yani Müslüman korkusu). Bizim Anayasalar askeri vesayetle hazırlandığından bu iki unsur çeşitli biçimlerde dile getirilmiş, anayasaya çeşitli biçimlerde kazınmış ve işlenmiştir. Laiklik anayasaya özüne dönük bir anlayışla değil bu maksatla, bu algılanış içinde yerleştirilmiştir.
Kişisel olarak ben laiklik ilkesini Türkiye gibi bir ülkede anayasada yer alması gereken bir husus, bir akide olarak görürüm. Ama bu laikliğin ne olduğunun tanımlanmasıyla ilgili ve bağlı bir değerlendirmedir. Laiklik, laiklik/çilik olsun diye, o ad için anayasaya işlenmez. Eğer devlet laik olacak yani bütün dinlere ve inançlara eşit uzaklıkta kalacak, toplumsal alanı bu bakımdan nötrleştirecekse bu madde oraya işlenir. Laiklik adıyla yazılması da zorunlu değildir. Bir kolaylıktır ama şu söz ettiğim anlayışı tanımlayacak bir isimlendirme ve bir anlatım da o işlevi görür.
Korkmayalım, kızmayalım, düşünelim.