Bir süre önce üst üste okuduğum iki kitaptan hareket ederek (1980 öncesi) sol hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Melek Ulagay'la Oya Baydar'ın söyleşisini içeren Bir Dönem İki Kadın isimli kitabıyla, Oğuzhan Müftüoğlu'yla yapılmış uzun söyleşiden oluşan Bitmeyen Yolculuk isimli kitap.
Bunlardan hareketle "Türk solu" problemi üstünde durmak gerekir ki, Radikal'de dostum Oral Çalışlar, Müftüoğlu'nun kitabını vesile ederek bu minval üzere bir yazı yazdı. Halil Berktay uzun süredir Taraf'taki yazılarında bu konuya girip çıkıyor.
"Türk solu problemi" dediğim şey, üstünde çok düşündüğüm bir olgu. Henüz ne aydınlandı, aydınlatıldı ne de berraklaştı bu konu.Uzun, kapsamlı, geniş doktora tezlerine konu olmadıkça ve sağlam bir kuramsal tabana oturtulmadıkça daha fazla ışıklanacağı kanısında değilim. Henüz malzeme birikiyor, biriktiriliyor. Söyleşiler bunun bir göstergesi. İster istemez ya fazla "apolojetik" (özür dileyen/ pişmanlık duyan) bir ses taşıyorlar ya fazla suçlayıcı, olay içinde yer almış kişileri aklayıcı.
Oysa her iki tavrın ötesinde bir çözümlemeye ihtiyaç var, "68 kuşağı nasıl 'eyleme' savruldu, silaha sarıldı, kendi kıyımını hazırladı ve belki de solla kitleler arasında tarihsel bir kopuşa yol açtı" sorusunu yanıtlayabilmemiz için. Ben okuduğum şu son iki kitapta bu durumu somutlaştıracak bir yaklaşım görmedim. Baydar-Ulagay yaşananları bir "saçmalık" demeyelim de "delilik" olarak nitelendirirken, Müftüoğlu da öyle köklü bir açıklamada bulunmuyor. Öte yanda Hasan Cemal'in, Gün Zileli'nin kitapları duruyor.
Oysa tüm bu hengâme içinde beni ilgilendiren başka bir boyut daha var: solun Kemalizmle, askerle, darbeyle olan ilişkisi. Bu o kadar sorunlu, o kadar karmaşık bir alandır ki, sonunda bir dönemin kır gerillalığına da soyunmuş (ayrıntısı Baydar-Ulagay'da var) Doğu Perinçek'i ve diğer solcuları zamanla gelip en koyu, en katı bir askerci- devletçi- Kemalist- ulusalcı mevziyi savunabildi. "Sol Kemalizm" denilen "bela" düpedüz buydu: Baas modelli, askeri darbeler yapmak!
Neydi bunu yaratan? Tarihsel geçmiş ve onun belirlediği siyasal yapı, Kemalizmin ve askerin Osmanlı-Türk modernleşmesindeki son büyük hamleyi yapan kuvvetler olması, Baydar-Ulagay'ın anlattığı kuramsal yetersizlikler, olayların çığ gibi ve ansızın büyümesi karşısında yaşanan hızlı hareket etme kaygısı, hukuksal ve sivil hak temeline oturmuş bir yapının namevcut olması, sözleşme geleneğinin eksikliği, vb, vb, vb...
Tümü doğru olan bu saptamalar hızla siyasal şiddetle, silahla ve askerci bir anlayışla ve pratikle bütünleşti. Buna Soğuk Savaş'ın koşullarını, olağanüstü sert/ ceberrut, öldürmeyi esas almış bir devlet geleneğini, provokasyonları eklemek gerekir. Ama tümünün dayandığı hâlâ başka bir düğüm noktası var, bana göre.
Özgürlük kavramı sivil ve politik boyutuyla bizim tarihimizde asla yer almamış bir olgudur. Dolayısıyla 1960- 70'lerde özgürleşmeyi sağlayacak, toplumsal talebe kulak verecek özgürlükçü bir siyasal kültürden başta Demirel olmak üzere herkes yoksundu.İkincisi, gene özgürlük bilincinin yetersizliği bizde özgürlük üstünden gelişen bir siyaseti değil, ancak siyaset içinden tanımlanan bir özgürlük anlayışını yükseltebildi. Bu da bir iktidar sorunu olarak gösterdi kendini. Devletin bir kutbunu oluşturduğu bir anlayışa karşı bir başka iktidar kutbu oluştu. Bunun bir "vuruşma" ile sonuçlanmaması kabil değildi, olmadı da! Devletin kazanması kaçınılmazdı, öyle oldu ama bu, Kemalizm- asker- darbe geleneğini ortadan kaldırmadı. Yani, sol, devleti, devletle teslim almak istedi, toplumla değil.
Kriz bence buydu, hâlâ budur!