Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Arayışın ve buluşun kurultayı

Cehennemi andıran kurultay salonunda televizyon kanallarından birisine izlenimlerimi aktarırken programcı gözüme çarpan en ilginç şeyin ne olduğunu sordu. Bir değil, üç şey dedim.
Birincisi, 33. olağan kurultayını düzenlemesine, belki bir o kadar da olağanüstü kurultay yapmasına yani Türkiye'de en fazla kurultaya giden parti olmasına karşılık, CHP'nin bu işi organize etmekteki beceriksizliğinin bu partinin yapısal özellikleri hakkında yeteri kadar bilgi vermesiydi. İnsan orada yaşananları gördüğünde "böyle şey olur mu?" diye soruyor ve bu garip durumun bu partinin hangi eksiğinden kaynaklandığı başlı başına bir problem olarak kafasında evirip çevirmeye başlıyordu. O organizasyon yetersizliği neyin göstergesidir? Dünyadan kopukluğun mu, CHP'nin o sözünü çok ettiği modernleşmeyi bir türlü anlayamamasının mı? Hepsinden öte önemli olansa şu: bu bilinçsizlik ve beceriksizlik bir iktidar durumunda neye tekabül edecek?
İkincisi, Rahşan Ecevit'in, 90 yaşına yaklaşan bir siyasetçi olarak salona girmesiydi. Ecevit, 1980 sonrasında "Allah bir daha bana o günleri göstermesin" diyerek CHP'ye sırtını dönmüştü. Yüzünü çevirip bakmadığı CHP'de Ecevit, büyük karizmasına rağmen, başta Baykal olmasına rağmen hiziplerin kendisini kuşatmasından yılmıştı. Sonra gidip kendi partisini, kurmuştu. 1992'de açıldıktan sonra CHP'yle dişe diş mücadele etmişti. CHP'nin 1999 hezimeti sırasında Ecevit bambaşka bir yerdeydi ve tarih bir anlamda onu haklı çıkarmıştı. Şimdi eşi Rahşan Ecevit salona dönerek kırılmış bir çizgiyi tamamlıyordu. Ecevit partiyi sola ve sınıfsal bir tabana taşımıştı. Bu çizginin 1970'lerde Ecevit adını dağa taşa yazan sol ve sınıfsal hamlenin bir uzantısı olup olmadığını bize zaman gösterecek.
Üçüncüsü Deniz Baykal'ın salondan ve CHP'den izinin silinmesiydi.
Yoktu, Baykal salonda. Adı geçince, hakşinaslık, kadirşinaslık adına birkaç alkış duyuluyordu ama hepsi o kadar. Peki, şimdi Baykal bu durumu yaratan nedir diye düşünecek mi? Sanmadığım için yanıtı ben vereyim. Bu, bizatihi kendi seçtiği delegelerin, kendi askerlerinin 1930'ların Tek Parti CHP'sinden yılmasıydı. Bu, her şeye rağmen toplumla temas içinde olan o insanların sürdürülen anlamsız, işlevsiz politikalardan ötürü mahkûm edildikleri mahcubiyete isyan edişleriydi. Partinin yeniden toplumsallaşmasına, sınıfsallaşmasına duydukları özlemdi. Herkesin yanlış, alçak, dönek, hain diye adlandırıldığı ve sadece Baykal'ın doğru, haklı olduğu bir anlayışın daha fazla taşınamamasıydı.
Dördüncüsü bununla ilgili ve hepsinden önemlisiydi. Kılıçdaroğlu 1200 delegenin eksiksiz, firesiz imzasıyla genel başkanlığa aday gösterilmişti. Herkes bununla iftihar ediyor, gurur duyuyordu. Ama demokrasinin temel ilkeleri bakımından düşünülünce bu hayli tehlikeli bir gelişmedir. Siyasal partiler diktatoryanın alanları olmamalıdır. Eğer öyle olmayacaksa demokratik yarış olmalıdır. Bir başka aday da çıkmalı, kurullar tasdik değil tercih etme durumunda kalmalıdır. Fakat CHP şimdi tersini deniyor. Belki genetiğindeki diktatoryal dürtülerle hareket ediyor, belki Baykal döneminin onunla özdeşleşmiş davranışlarıyla. (Tabii bundan gene Baykal'ın ders çıkarması gerekiyor.)
Ama işe başka bir yandan bakılırsa, toplum-parti bütünleşmesi Kılıçdaroğlu'nu bir arayışın adı olarak ortaya çıkardı. Kurultay buna direnemedi. Tersine bunu benimsedi. Kurultayda yeni, sol, sınıfsal bir CHP'ye ihtiyaç duyulduğu belliydi. Kılıçdaroğlu'nu siyasallaşma sürecinin adı olarak ortaya çıkarıyordu.
Bu kurultay buluşun kurultayı oldu ama arayışın daha süreceği besbelli.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA