Gündelik hayatın bin bir türlü halini yansıtmakta insanı şaşırtacak kadar mahir olan İngilizcede hayatta politika yiyip içerek yaşayan insanlar için kullanılan bir deyim vardır: Siyasal hayvan-political animal. Bu bir hakaret değil tam tersine bir durumun tespitidir ve biraz da iltifattır. Churchill öyledir, bizde Demirel öyleydi ve hiç kuşku yok ki Deniz Baykal da bu cümledendir.
12 Eylül'ün getirdiği kesinti dışında neredeyse kırk yıldır parlamenter olan Baykal'ın hayatı parti genel başkanı olmak düşüncesiyle dolmuştur. 1973'te Ecevit'in, Turan Güneş ve Mülkiye Cuntası vasıtasıyla kolundan tutup parlamentoya soktuğu ve bakan yaptığı genç Baykal hiç zaman kaybetmeden kendisini ortaya çıkararak Ecevit'e diklenmiş ve kendi hizbini oluşturmuştur. O karizmaya karşı bir şey yapmasına olanak bulunmadığından ve araya da 12 Eylül girdiğinden içinde saklı kalan bu ihtirasın gerçekleşmesi için hep en uygun zamanı kollayan Baykal, Erdal İnönü'nün meydan okuması karşısında, çaresiz, hırsını açığa vurmak zorunda kalıp genel başkanlık adaylığını açıklamış ve üç kez kaybettikten sonra nihayet ölü doğmuş CHP'nin başına geçerek hülyasını tatmin etme imkanını bulmuştur.
Sonrası malum hikâyedir. Bambaşka bir parti olan SHP'nin 6 Ok'tan, içe dönük, manasız Kemalizmden uzak, gerçek bir sosyal demokrat parti olmaya doğru gittiğini gören kesimler, Karayalçın'ın çok yanlış politikasıyla partiyi götürüp mutemet adamları Baykal'ın kursağına atmasını şart koşmuştur.
Bu konuda fikrim hiç değişmedi. Daha ortada derin devlet, Ergenekon, şu bu sözleri yokken ben SHP-CHP birleşmesinin ve Baykal hareketinin bal gibi bir yerlerden manipüle edildiğine inandım. Dolayısıyla Baykal'ın bugün geldiği hazin noktanın da o gün biçimlendiği kanısındayım.
Baykal, CHP'yi kendi partisi yapmaktan, dikensiz gül bahçesine çevirmekten, kendi genel başkanlığını neredeyse ebedileştirmekten başka bir şey düşünmezken, hayatında bir tek gün ideoloji manasına gelen bir tek sözcük etmedi.
Oysa bazı kesimler sürdürdüğü politikanın beklentilerine uymadığını düşünüyordu. Baykal, AK Parti'nin icraatına, siyasetine, Türkiye'deki dönüşüme yetmiyordu, yetişemiyordu. AK Parti'yle başlayan ve 2002 sonrasında devam eden oluşumu engelleyememişti. Önümüzdeki dönemde de hem genel seçimlerde, hem Cumhurbaşkanı seçimlerinde daha fazla bir şey yapması mümkün görünmüyordu.
Hükmü, kararı verildi ve Baykal boşluğa itildi.
Bu iddiaya başka bir yönden bakmak da mümkün. Kabul etmek gerekir ki bugün Ergenekon sonrası dönemi yaşıyoruz. Derin yapı bir ölçüde çözülmüştür. Mantık dışı bir ulusalcılık-Kemalizm odağında kutuplaştırılan Türkiye'nin üstündeki kapak atmıştır ve toplum şimdi yeni bir dünyaya gözünü açmaktadır. Bu, reel siyasetin dünyasıdır. Oysa 2002 sonrasında Soğuk Savaş döneminin 1970 modeli siyasetiyle devam ediliyordu. Yeni kavramların, ihtiyaçların biçimlendireceği yeni bir siyasal yapıya da söyleme de ertelenemez bir ihtiyacın duyulduğu şu dönemde bu işin CHP ve Baykal ile olmayacağı muhakkaktır dendi.
Yani post-Ergenekon döneminin getirdiği siyasal dönüşümün ilk sinyalidir Baykal'ın gidişi.
Şimdi ne olacak?
Muhtemelen dönecektir. Kendi partisinde kendi delegeleri Baykal'dan başka siyasal manaları olmayanlar onu bir daha genel başkanlık koltuğuna oturtabilir ama altındaki zemin kayıp gitmiş, Baykal boşluğa düşmüştür. Onun klasik yöntemleriyle şatafatlı bir biçimde bıraktığı yerden başlaması hiçbir şeyi değiştirmez. Üstelik bu defa oraya oturduğu takdirde kıskıvrak bağlanmış olarak hareket edecektir, büyük bir kısıtlamanın içinde kalacaktır.
Bundan sonrası Baykal'la ilgili değildir.
Yeni ve gerçek bir sol partiyle, yeni bir siyaset anlayışıyla ve yeni bir isimle ilgilidir.