Mayıs ayında İngiltere'de seçim var. İşçi Partisi'nin dördüncü kez kazacağına kesin gözüyle bakılıyor. Kampanyalar bir hayli sönük. Neredeyse yok denecek gibi bir şey. İşçi Partisi'nin ilk kez iş başına geldiği yıl seçimleri burada, Londra'da izlemiştim. Yer yerinden oynuyordu. Aradan geçen sürede insanlar bir tür çaresizliğe sürüklenmiş. Bir yandan bugün yaşanan sorunların müsebbibi İşçi Partisi var. Daha iyisini bulamadığı için toplum ona oy verecek, öbür yanda ne yapacağı belirsiz, neredeyse çaresiz, kendini yenileyemeyen bir Muhafazakâr Parti var, ona da oy vermeyecekler.
İngiltere, dünyanın 1979'dan sonra yaşadıkları bakımından çok önemli bir ülke. O yıl Thatcher seçimleri kazanarak Avrupa'nın 1945 sonrası, ama şöyle ama böyle, neredeyse sürekli bir biçimde devam ettirdiği sol politikalara son vermiş, Yeni Sağ politikalara doğru büyük eksen değişikliğini gerçekleştirmişti. Onu, Amerika'da Reagan, Almanya'da Kohl, bizde de Özal izledi. İş, Bush'un neo-con politikalarına kadar vardı.
Bu döneme bakınca geride "kan, ter ve gözyaşı" dışında bir şey bulmak kolay değil. Servetin arttığı söyleniyor. Doğrudur. Ama ne pahasına? Dünya tarihinin en büyük eşitsizliği bu yıllarda yaşandı. Son otuz yıl boyunca küreselleşme, minimal devlet, neo-liberalizm politikaları eşliğinde kitleleri görülmedik bir yoksulluğa itti. Savaş ve ölümler de cabası. Bütün bunlara kararı İngiltere'de İşçi Partisi başkanı Tony Blair verdi. Tüm yaptıklarından sonra ona "sol" demek, "sosyal demokrat demek" mümkün mü? Bu büyük bir aldatmaca.
Şimdi, kabinenin önde gelen "teknisyenlerinden" Milliband yeni manifestoyu yazıyor. Neymiş efendim, önümüzdeki dönemde, bir "halk bankası" kuracaklarmış ve 2010'lu yılların sembolü bu olacakmış. Ekonomik krizlere karşı önlem diye düşünülmüş. Bir de, okullarda, çocuklara, ücretsiz yemek vereceklermiş. İşçi Partisi dönüşüm, yeni dönem politikaları diye ancak bunları öneriyor.
Ortada bir kandırmaca ve tıkanmışlığın olduğu kesin. Nitekim çok parlak tarihçilerden ve Yahudi olduğu halde bugünkü Yahudilik politikalarını şiddetle eleştiren Tony Judt geçenlerde yazdığı bir yazıda (Guardian, 20.3.2010) bu konuya değiniyordu ve çok önemli bir saptama yapıyordu.
Avrupa'da ve dünyanın başka bir yerinde diyordu kimse toplu taşımacılık, ücretsiz okul ve eğitim, refah devleti ve sosyal güvenlik politikalarını terk etmeyi düşünmüyor. Bazı revizyonlar olsa da sistem özü itibariyle aynı kalarak devam ediyor. Bu sosyal demokrat politika demek. Belki çok kaba ama bir gerçek ve çok önemli. Buna karşılık, Judt'un saptamasına göre, insanlar bu politikanın önemini ve işlevini kavrasa bile sosyal demokrasinin önemini ne idrak ediyor ne de telaffuz...
Oysa bugünkü sosyal demokrasinin İngiltere'de işleyişi ne gösteriyor? Özel medyaları kontrol etmeyi kafasına koymuş aşırı güçlü bir iktidar, sivil özgürlükleri ve hakları savunan kişi ve kesimlere kulaklarını tıkamış bir yönetim, tarihin en sorumsuz finansman sektörüne ve politikalarına dayanan ve onu değiştirmeyi aklından bile geçirmeyen bir ekonomi politikası. Sonuç olarak şimdi çok ağır bir nörolojik hastalığın pençesinde kıvranan ve yazılarını sadece dikte ettirebilen, bir süre sonra gözlerini kırpmaktan başka hiçbir şey yapamayacak olan Judt da aynı soruyu soruyor, bu mu sosyal demokrasi diyor.
Olmadığı kesin. Ama ne olacağı da bir o kadar muğlak. Eskiden bizde asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl denirdi. Ben onu biraz değiştirip, solcu olacaksan İngiliz solcusu olma, İngiliz solculuğunun ipiyle asılma diyorum. Seçimleri heyecanla izlemeye devam edeceğiz.