Dünkü Radikal çok çarpıcı bir başlık atmış ve Başbakan Erdoğan'ın bir önceki gün yaptığı açıklamaları "bu bir tür devrim" diye vermişti. Türkiye'deki siyaseti klasik çatışması kutuplaşmacı yapı içinde götürmek isteyenler için Erdoğan'ın Çorum, Maraş, Sivas, Dersim olaylarını gündeme getirmesinin, ağlayan anaların Kurtuluş Savaşı'nda ve Çanakkale'de değil o karanlık tabloların içinde aranması gerektiğini ifade eden sözleri için söyleyecek fazla bir şeyi olmayabilir ama onlar da dahil kimsenin kuşkusu olmasın ki, Türkiye çok önemli bir dönemden geçmektedir. Bu dönem daha önce de belirttiğim gibi Türkiye'nin üç olguyla bugüne değin toplumsal zihniyette ve siyasal yapı içinde asla tanımadığı bir şekilde karşılaşmasıdır. Bunlar, gerçek, hafıza ve tarihyazımı (historiography) sorunlarıdır.
Bu üç kavramı bir çırpıda dile getirmek çok doğru ama çok da kolay bir şey. Gelin görün ki, üçü de birbirinden çetrefil, netameli ve sancılıdır bu konuların. Çünkü sizi hemen ideoloji, modernleşme, ulus devlet, ulusal kimlik, ulusal hafıza gibi konulara açar. Onlar bile yetmez. Yetmez çünkü bu kavramları 19. yüzyılda biçimlendirildikleri haliyle değil 20. yüzyıl sonunda, 21. yüzyıl başında toplumsal kuram (social theory) çalışmalarının çerçevesi içinde irdelemeniz gerekir. Yani mesela "Dersim olayı kötüydü, yanlı yönleri vardı ama o günün şartları..." demeniz yetmez. Çünkü bu tür kavram açılımları hızla genişlemeye mütemayildir ve çok farklı tavırlar almanızı gerektirir. Şunu bilmek şart: bu tür olaylarda "o günün şartları" o günde kalmaz, genişler, bugünü de vurur.
Çok zor bir iştir bu yapıların dışına çıkmak. Onu bilelim.
Gerçek, hafıza ve tarihyazımı konularıyla uğraşmak yerleşik ve toplumsal kabuller dünyasında tabu olmuş konuları açmak manasına gelir. Bunun neticesi bir toplumsal travmadır. Onu da bilelim. Nitekim Türkiye şimdi Kürt, Alevi, laiklik, Müslümanlık, Ermenilik, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları gibi konularda ortaya çıkan yeni pozisyonlarla ve bu konularda önüne getirilen yeni yorumlarla böyle bir travmadan geçiyor. Bu travmayı "Türkiye bölünüyor" diye yorumlayanlar var. Geçen hafta yazdığım iki yazıda bu bölünmenin anlamını çözümlemeye çalıştım. Bir cümleyle özetleyeyim.
Bir anlamda bölünüyor Türkiye. Bu kesin. Fakat bu yanlış, kötü ve söylendiği türden bir bölünme değil. Bu bir siyasal/ideolojik bölünme. Yani, Türkiye'de bugüne kadar gerçek dışında ve gerçeğin yönlendirilmiş/manipüle edilmiş haliyle üretilen siyaset kendi sonuna varıyor. Gerçeği bugüne kadar Türkiye'de gerek toplumsal gerekse siyasal olarak tayin eden tek odak, tek kuvvet devletti.
Devlet tarihyazıcılığını, okulları, eğitim sistemini, telekomünikasyon araçlarını kullanarak gerçeği yönlendiriyordu ve siyasetin de o sınır çizgileri içinde yapılmasını istiyordu.
1989'a kadar daha çok otoriter yönetimlerde kendini gösteren bu durum 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla bambaşka bir düzeye tırmandı. Gorbaçov'un ortaya çıkıp "Çernobil patladı, çaresiziz, ağır bir problemle yüz yüzeyiz" demesi gerçeğin toplumun önüne getirilmesi bakımından çok önemli bir adımdı.
O güne kadar her sorunu "yok" diye geçiştiren devletten yeni bir devlet anlayışına geçişti bu.
Şimdi Türkiye patlatıyor teker teker Çernobil'lerini, Kürtlük, Müslümanlık, Alevilik, Ermenilik olarak. Bu toplu (kolektif) hafızanın yıkılıp yeniden kurulması demek. Bu, toplumun ergenliğine kavuşup kendisiyle, geçmişiyle, kimliğiyle yüzleşmesi demek. Bu, gerçekten korkmamak demek. Bu yeni bir tarihyazıcılığı yapmak demek. Yeni siyaset de buradan doğacak!