Sokaktaki insanın Cumhuriyet tarihi boyunca daima belli bir mesafede tutulmuş, o halde bulundurulmasının bir sorun teşkil edip etmediğine hiç bakılmamış üç konuda ciddi bir endişe içinde olduğunu görmezden gelmek gerçeğe insanın gözlerini kapaması demek olur. Bir toplumun farklılaşması, dönüşmesi ve kendisini kendi bilincinde yeniden inşa etmesi, adı demokratikleşme de olsa, başka bir şey de olsa kolay değildir. O bakımdan Kürt, Alevi ve İslam meselesi bugün ele alınış biçimiyle şimdi sadece toplumsal dönüşümün değil aynı zamanda toplumsal çatlamanın da kat çizgisi kabul ediliyor.
Şu bir gerçek ki, Türkiye bugün yaşadığımız dönüşüm sürecine bundan yaklaşık 20-25 yıl önce girse de bugün kendisini yeterince hazırlanmış saymıyor. Ama bana kalırsa bu toplumun otantik, orijinal görüşü değil. Daha ziyade toplumu yönlendirmiş ideolojileri üreten merkezlerin yaydığı, yerleştirdiği bir görüş. Bu mekanizmaya biraz da soyut bir biçimde "devlet" denebilir. Toplumun kendisini dışa açmasına ve erginleşme talebine karşılık 20. yüzyıl başında kurulmuş bir yapının refleksiyle hareket eden devlet sürekli olarak set çekti. Yani devlet kendisini bütünleştirdiği ve şimdi "resmi" dediğimiz ideolojinin yerleşik değerlerinden uzaklaşmak istemedi. O yöndeki gelişmeleri engellemek için her defasında girişimlerde bulundu.
Yaptığım, doğru ama genel bir tanım. Niçin böyle olduğunu anlamak ve toplumun bugünkü talepleri nasıl ürettiğini, Kürt, Alevi ve Müslümanlık meselesini nasıl oluşturduğunu anlamak ancak 1989 sonrasının getirdiği iki önemli kurucu öğeyi yerli yerine oturtmakla mümkün.
O parametrelerin ilki piyasa ekonomisinin büyük bir hızla ve kütleyle kendisini ortaya koymasıdır. İdeolojik olarak benim açımdan içinde sayısız sorun barındıran bu açık pazar ekonomisi, ne var ki, Türkiye'de kitlelerin büyük bir hareketlilik kazanmasına, göç etmesine, büyük şehirlere yerleşmesine ve daha da önemlisi pazara girmesine yol açtı. Pazara giren, kendi gücü oranında para kazanan bu kitleler, sağladıkları ekonomik güç/bağımsızlık oranında kimliğe, yerleşik kültürel algıların dönüştürülmesine yönelik taleplerde de bulunurlar. Bunu, klasik Weberyen modernleşmenin bir uzantısı saymamak kadar büyük bir yanlış olamaz. Bu mekanizma içindeki taleplerin daha çok Müslümanları ilgilendirdiği ise çok açık bir gerçektir.
İkincisi aynı dönemde yükselen demokratik hak talepleridir. Ne kendiliğindendir bu taleplerin yükselmesi, ne de sadece bize özgüdür. Tersine bütün dünyada benzeri hamleler yapılmıştır, yapılmaktadır. Son 20 yılda bütün Batı demokrasilerinde alt kimlik gruplarının kendilerini ifade etmeye başladıkları ve merkezden koptukları izlenmektedir. Dolayısıyla demokrasinin giderek genişleyen bir toplumsal düzenleyici ve hukuksal alanı tayin eden bir faktör olmasına bağlı olarak öne çıkan talepler bakımından Türkiye'nin geri kaldığı bile söylenebilir. Bu yöndeki taleplerin de Kürtleri ve Alevileri daha etkilediğini kaydedelim.
Şimdi bir üçüncü noktayı ekleyelim. Batı demokrasileri ulus devleti ve onun diğer değişkenlerini Soğuk Savaş içinde, modernleşmenin genişleme döneminde ve hepsinden önemlisi ulus devletin tartışılmadığı bir zamanda yerleştirdi ve sağlamlaştırdı. Türkiye ise demokrasinin temel beklentilerini Soğuk Savaş sonrasında, ulus devletin merkeziyetçi yapısının sorgulandığı bir sırada ve modernleşmenin eleştirildiği bir dönemde oturtmaya çalışıyor.
Bu, az buz bir sorun değildir ve sancılı bir geçiş dönemine işaret etmektedir. Fakat bu bir bölünme alameti de değildir. Tersine Türkiye'nin çok geciktirdiği siyasal modernleşmesini ve demokratik modernleşmesini tamamlama dönemidir. Böylece daha ayrışık, gevşek dokunmuş ama daha demokratik bir toplumsal yapı oluşacaktır.
Toplum bakımından geçerli olan bu yapının karşısında devletin konumu, onun bu sorunlara dönük tepkileri yer alıyor ki, cuma günü ele almalıyım onu.