İstanbul'da yepyeni bir adet çıktı diyeceğim ama sadece bize özgü bir şey değil. Batıdaki şehirlerde de karşılaştığımız, çaresizlikle kabullendiğimiz ama ömrü kahvelerde (yoksa kafelerde mi demeliyim) geçmiş, alışkanlığını şimdi de iyi kötü sürdüren birisi olarak bana, nostalji duygum hiç bulunmasa da, eski güzel günleri hatırlatan o 'yenilik', ortak masa!
Ortak masa krizi
Bir kafeye girer girmez sizi bir 'ortak masa' ya alıyorlar. Upuzun, eski ortaçağ şövalye masalarını andırır, etrafında bazen on, on beş kişinin oturduğu bir masaya ilişiyorsunuz. Masanın 'asıl sahipleri' daha 'sosyal' insanlar olduğundan, hiç rahatsızlık duymuyorlar ama ben kendime göre bir sıkıntı çekmeye başlıyorum.
Ne yapayım ki, kendisiyle baş başa kalmak isteyen birisiyim ve etrafımdaki insanlar ne kadar 'kentli ve özgür' olduklarını göstermek için birbiriyle en üst perdeden konuştukça, cep telefonlarıyla akıl almaz görüşmeler yaptıkça üstüme karabasanlar iniyor.
Eskiden ne güzeldi! Bir köşeye çekilir, önüme malzemelerimi yayar, sabahtan akşama kadar okur yazardım. Şimdi, tıpkı otobüslerde, trenlerde yanınızda oturan kişinin biraz sonra kendini tanıtıp bir sohbet konusu aramaya başlaması gibi, 'masadaşlarınız' üç beş demeden 'tasallutta' bulunuyor, abuk sabuk laflarla bütün o güzel saatlerinizi berbat ediyor. Veya siz nemrutluğunuzla karşıdakini bunaltıp onun huzurunu bozuyorsunuz.
Cep telefonundan sonra...
Bu iş birdenbire olmadı. Yavaş yavaş oluştu. Bana göre kaynağını cep telefonları meydana getiriyor. Cep telefonları garip bir icat. Eskiden telefon sahibi olmak bir ayrıcalıktı. Bir 'kodamanlık' göstergesiydi. Fakat tek başına bir şey değildi telefon. Sekreterlerle filan birlikte gelirdi. Oysa cep telefonu, Umberto Eco'nun da yazdığı gibi, bu düzeni bozdu. Sekreterli telefonlar bir ayrıcalık olarak 'ulaşılmazlık' yaratırken cep telefonuyla isteyen istediğine anında ulaşmaya başladı.
Bunu nasıl yorumlayacağımızı bilmiyorum. İş o raddeye geldi ki, benim gibi, telefonunu kapayan ve kendi dünyasında kalmak isteyen birisi her gün eşinden dostundan, ulaşılmazlığı nedeniyle azar üstüne azar işitmeye başladı. Bugünkü dünyada ulaşılmazlık diye bir şey yok. İnsanlar sadece ulaşmanın en kolay yoluyla size erişmek istiyor. İstiyorlar ki, diledikleri anda onların eli altında bulunasınız. Yani, sayı sıra kalmasın...
Paparazzi dünyası...
Bu bir kabileleşme . Herkesin birbirinin içinde yaşaması hali. Sır ve sınırın kaybolması diyelim buna. Onun da bir nedeni var: paparazzi dünyası. Bildiğiniz gibi, paparazziler, tanınmış, toplum tarafından bilinen insanların sırrını ortaya çıkaranlar, ifşa edenlerdir. Tersinden söyleyelim: eğer şan şöhret sahibiyseniz, insanlar sizin mahremiyetinize girecek demektir. Toplum sizi gizli yanınızla izleyecektir.
Bana öyle geliyor ki, bütün o cep telefonuyla bağıra çağıra konuşmaların, ortak masalarda oturup kalkıp, yiyip içmelerin altında gece gündüz televizyonlarda televole programı izleyen insanların kendi kendilerinin paparazzisi olma arzusu var: sırrınızı açacak kadar özgüvenlisiniz ve sırrınızı bizzat siz kendiniz ifşa ediyorsunuz. Hatta o masada oturarak, cemaate karışarak bizzat sır sahibi önemli birisi olduğunuzu vurguluyorsunuz. O zaman insanlara ilginç geleceksiniz. Bir masaya, başkalarının yanına fütursuzca oturduğunuzda insanlar sizi önemseyecek ve izleneceksiniz.
Bu benim sosyal pornografi dediğim oluşumdur. Eskiden izlemek özel bir haldi ve üstüne teoriler inşa ediliyordu. Anlaşılan iş değişti ve şimdi izlenmek başlı başına bir yöntem, bir yönelim oldu. Anonimleşme, insanın bilinmeyen birisi olarak, kendi halinde ve meçhul kalması artık söz konusu bile değil.
Ama ne yapalım ki, bendeniz gibi, kelaynak kuşu misali, izlenmekten hiç mi hiç hoşlanmayanlar da var.