Eski yılın son akşamı ölen, yeni yılın ilk günü bedeni bulunan Hüseyin Bahri Alptekin çok görüşmesek de yakın bir dostumdu. Kamuoyunda tanınmazdı. O nedenle her şeye ancak magazin değeriyle bakan basınımız (haklarını yemeyelim, birkaçı hariç) Hüseyin'in ölümüyle sadece "evinde uyuşturucu bulundu" haberi yüzü suyu hürmetine ve o kadarıyla ilgilendi. "Daha fazlasına imkan var mıydı" sorusunun yanıtını çok farklı bir biçimde vereyim: kaç gazetemizin kültür sanat sayfası var?
***
Hüseyin'i Ankara'da 1990'lı yılların başında tanıdım. Erdağ Aksel, Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarım bölümünde, etkileri, bana göre, hala devam eden bir "mucize" yaratmıştı. O bölümü geleneksel bir "tasarım" bölümü olmaktan çıkarmış, kuramsal bir tabana oturtmuş, etrafına sosyologları, felsefecileri, kültür, görsel iletişim kuramcılarını, göstergebilimcileri toplamıştı. Hüseyin de Sorbonne'daki eğitimini bitirmiş, bir süre İzmir'de oyalandıktan sonra Erdağ'ın oltasının ucunda şehre gelmişti. Ben daha kısıtlı, onlar, (Ahmet Müderrisoğlu, Erdağ, Hüseyin, Michael Morris, Faruk Sade) gece gündüz Siyah Beyaz'a "takılıyorlar." Ankara sanatçı bohemi patırtı gürültü devam ediyor.
Ben o sıra "full-time" Kültür Bakanlığı'nda görevliyim. Akademiyi boşlamışım, siyasetle uğraşıyorum. Ama olmadık bir şey yapıyorum. Kültür Bakanlığı'nın ağır, görkemli salonunda bir panel düzenliyorum. Bakan Fikri Sağlar kabul ediyor. Ünal Nalbantoğlu, Hüseyin ve ben konuşmacıyız. Hüseyin her zamanki gibi kısa boyu, toparlak gövdesiyle giriyor Kafkaesk odama, telaş içinde, "Yahu hiç hazırlanmadım" diyor. Çıkıp o dönemin çok gözde konusu postmodernizm hakkında çok güzel konuşuyoruz.
***
Erdağ'ın oğlu Cihat üç gün önce doğmuş. Lezzeti hala damağımda duran Körfez'de kutlama-öğlen yemeği yiyoruz. Onlar her zamanki gibi, bira, şarap ve rakı içiyor. İş sadece kutlama değil; onun yanı sıra benim Bilkent'e "transferim." Gözünden kıl kaçmayan Erdağ kararını vermiş. Arada o dışarı çıkınca Hüseyin bastırıyor, "Yahu kabul etsene" diyor.
***
Kabul etmesine ediyorum ama tam o sırada Hüseyin şehri bırakıp İstanbul'a göçüyor. Son gün. Bana en sevdiği parfümün baştan beri Guerlain Vetiver olduğunu söylüyor. Ben oldum bittim vetiverciyim ama Carven'in yaptığını seviyorum. Ertesi sabah bana uğrayacak, ben de bir yerden aldığım bir şişe Guerlain'i ona vereceğim. O sabah randevuları, toplantıları atlatıp, kapalı dükkanları açtırıp kolonyayı alıyorum ama Hüseyin'i bekle ki gelecek. Neticede o şişeyi kendisine iki yıl sonra verebiliyorum.
***
İstanbul'da yıldızı parlıyor Hüseyin'in. Harıl harıl iş üretiyor.
Hüseyin benim anladığım anlamda bir sanatçı değildi. Fakat çok yaratıcıydı. Çok zekiydi. Çağdaş görsel sanatların özü olan kavramları kurgulamak işini kültürü, estetik zevki ve zekasıyla çok iyi başardı. Bugün eğer bir çağdaş sanatkavram sanatı birikimimiz varsa eğer, bunda 1990'lardan ötürü o alana çok önemli katkılarda bulunan Hüseyin'in emeği yadsınamaz. Öte yandan Hüseyin yaşantısıyla, bohemiyle, ayrıksı kişiliğiyle, tercihleriyle önemliydi. Bütün öğrencilerini çok etkiledi. Yetiştirdiklerinin bazıları şimdi dünya çapında işler yapıyor.
***
En son İstanbul'da karşılaşıyoruz. Bir ortak dostumuzdan söz açılınca "O" diyor, "Militandır; o yüzden yaptığı önemli olamaz. Çünkü, militanlar 'valör' (değer) kavramını bilmez. Halbuki, asıl önemlisi, odur, valördür."
Ben Marks'ın değer kuramı falan deyince, "Bırak hoca" diyor, "Kazandığın paranın, yaşadığın hayatın ürettiği değer ne, buna bakacaksın."
O değer bence bütün "charme"ı, karizması, hepimizi deli eden huylarıyla, tam da o nedenle, aramızdan bir kuyrukluyıldız olarak kayıp giden Hüseyin Bahri Alptekin'di.