Belki etekli, elleri gaydalı insanları, pubları ama en çok sisleri ve yağmurları nedeniyle İskoçya benim hep çocukluk muhayyilemi kışkırtan bir ülkeydi. Onun iki büyük kenti, Edinburgh'la Glasgow'u ve o büyük peyzajını geçenlerde gördüğüm için mutluyum!
Çıplak, tok, sert ama müşfik bir peyzaj görmekten hoşlananların kayıtsız kalamayacağı bir coğrafya İskoçya. Belki düz ve sınırlı bir ovalık olmasından, dağların insanın üstüne abanacak kadar iri, göllerin insanda boğulmuşluk, kaybolmuşluk duygusu yaratacak ölçüde geniş olmamasından geliyor bu duygu. En iyisi boş ama ıssız olmayan bir doğa demek gerekiyor.
Ortaçağın Edinburgh'u
Bir ortaçağ şehri olarak Edinburgh nicedir kafamda gezdirdiğim Avrupa ve Anadolu ortaçağına ait şehirler kitabındaki yerine oturmuş, beni dürtüp duruyordu. Gitmeden önce okuduğum onca kitabın içimde oluşturduğu kıpırtı yanılmadı: eski Edinburgh müthiş bir şehir.
Şehir, eski kentyeni kent olarak ikiye ayrılmış durumda. Görmelere seza kale tepelik bir yerde, volkanik bir zeminde duruyor. Vadideki yeni kentten bakınca, uzakta, çizgi romanlardaki gibi, gotik duygular uyandıran bir kentin duvar gibi yükseldiğini görüyor insan. Yeşil-gri taştan yapılmış, çok görkemli yapılar insanın muhayyilesini kamçılıyor. İçine girince başka algılar: Ortaçağ avluları, parke taşı döşeli yollar ve 'close' dedikleri kentin sokaklarını birbirine bağlayan daracık pasajlargeçitler. 19. yüzyılda diktikleri havagazı lambalarıysa, dokunulmamış, duruyor. Ortaçağ kentleri: ebedi ve görkemli yalnızlık duygusu!
Eskideki yeni, yenideki eski
İnsanı en çok çarpan, bir zamanlar 'ayaktakımının' yaşadığı, yol seviyesinin altındaki, görmez hücreler. Avrupa'nın baş belası olan vebanın ve koleranın niye patladığına hiç şaşmamak gerek. Ama sınıf farkı ve savaşının niye doğduğuna da şaşmamak şartıyla!
Ben bu tür şehirleri katmanlı kentler diye tanımlıyorum. Kentin zaman içinde oluşan farklı yüzleri bir arada. Eski Edinburg'un yanında 19. yüzyılın kentini de, kentinde de yaşıyor insanlar. Nedeni, eskinin içine yeniyi oturtmayı bilmek! Eski dokları, limanı onarmışlar. Durgun suyun etrafında ufak binalar ve sokaklar yumağı.
Publar ve insanlar
Ama İskoçya bir publar ülkesi. Gitmeden önce sanırdım ki, bütün İskoçya malt viski içip durur. Meğer ne yanılmışım ! Kimsenin o pahalı mı pahalı, alkol kontrolü nedeniyle jilet kadar verilen içkiden içtiği yok. Herkes güzel biraları gövdeye indiriyor. Belki İrlanda veya Belçika'daki kadar değil ama burada da çok iyi biralar var. Asıl garip olan İskoçya'nın tamamına getirilmiş sigara yasağı. Sadece Amerika'yla mukayese edilebilecek sıkılıkta sürdürülen bir yasak bu. Neredeyse sokakta bile içme izni vermiyorlar. O piposunu tüttüren İskoçyalı artık salt bir imge.
Evet, o canım publar! Neredeyse her binanın altında bir pub var. Hırçın diye bildiğimiz ama o kadar nazik, zarif, mahcup tabiatlı o hoş insanların, bana nedense hep Laz şivesiyle konuşulan Türkçeyi anımsatan aksanlarıyla konuştukları İngilizcenin heyecanı içinde içtikleri içkiler. Nihayet son içki saatinin geldiğini duyuran küçük çanlar. Sonra, gecenin karanlığı içine dağılanlar, taş döşeli küçük, boş sokaklarda ayak sesleri.. Kısacası, dünyanın pubları değil önemli ve büyük olan; pubların dünyası.
Bağımsızlığını kazanmak için savaştı İskoçya ve onu elde etti. Saygı duymak gerek. Her şey İngilizce, her şey İngiliz ama İskoçyalılık da bir olgu. Gal dilini sadece 50 bin kişi konuşuyor. Kraliçe'nin şatosuysa olanca görkemiyle yükseliyor bulunduğu yerde!
Picardy meydanında kaldım. Neden sonra merak edip yanına gittiğimde az ötedeki heykelin Sir Arthur Conan Doyle'un olduğunu, doğduğu 11 numaralı evle komşu oturduğumu şaşırarak gördüm. Nasıl şaşırmayayım? Her gece uğramadan yatmadığım barın adı Sherlock Holmes'du!
Bir şehir daha fazla ne verebilir bir insana?..