On bir yaşındaydı; gölün ortasında bulunan adadaki evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi.
Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önceydi. Babasıyla olta fırlatma talimi yapıyorlardı. Birden oltasına bir balık takıldı. O güne kadar gördüğü en büyük balıktı: Bir levrek... Ama henüz av yasağı kalkmamıştı. Baba-oğul güzelim balığı seyrettiler, pulları ay ışığında parlıyordu. Baba bir kibrit yakıp saatine baktı; on olmuştu. Av yasağının bitmesine daha iki saat vardı.
Suya geri bırakman gerekiyor oğlum, dedi.
Çocuk itiraz etti.
Başka balıklar da var, dedi babası.
Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!
Etrafta kimse yoktu; bu balığı tuttuklarını kimse görmemişti. Babası, ödün vermemeye kararlıydı. Bunun üzerine, oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve onu gölün karanlık sularına bıraktı. Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu. Çocuk bir daha bu kadar büyüğünü tutamayacağından emindi.
Bu olay, bundan tam otuz dört yıl önce oldu. Bugün o çocuk New York City'nin ünlü mimarlarındandır. Babasının küçük evi hâlâ o adadadır. Oğlunu ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık tutmaya götürür. Çocuk gerçekten de bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı. Fakat 'değerler' konusunda bir ikilem yaşadığı zaman, hep o balığı gözünün önüne getirdi. Babasından öğrendiği gibi 'değerler', doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda çok basit bir tercihti. Güç olan, yalnızca değerlerin tavizsiz uygulanabilmesiydi.
Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik. Fırsatlardan yararlanmak değil, önemli olan, doğru olanı yapabilmektir.
(Veysel Eroğlu'na teşekkürler)