Kıbrıs davası, Türk dış politikasının önünde daima bir engel teşkil etmiştir. Barış Harekâtı'ndan sonra, yıllarca ambargoya muhatap olduğumuzu unutmayalım. Şimdi de, Avrupa Birliği'yle müzakerelerin ilerlemesi için, Ankara Antlaşması'nın Rumlara uygulanması, yani Türk limanlarının ve havaalanlarının açılması isteniyor. Biz ise, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'yle Batı'nın ticari ilişkiler kurmasını şart koşuyoruz.
Türkiye, uluslararası camiada Kıbrıs davasını savunurken, özellikle AB'ye giden yolda zorluklarla karşılaşıyor. Bunun karşılığı, "Çek git" ve "Defol" anlamındaki sözler olmamalıydı. Ama Tayyip Erdoğan'ın, ufak bir zümrenin hareketini, toplumun tümüne mal ederek ve üstelik "Ülkemizden beslenenler" gibi tepeden bakan bir üslûp kullanarak yanlış yaptığını kabul etmeliyiz. Haklıyken, haksız duruma düşmek böyle bir şey. Kıbrıslıların, kamu harcamalarını kısması, vergileri arttırması gerekli olabilir. Türkiye, maddi yardım yaparken, Kıbrıs ekonomisini daha sağlıklı hale getirecek telkinlerde bulunabilir. Biz, İMF'den borç alırken, onun şartlarına uymuyor muyduk? Fakat, iki ülke halkının kardeş olduğunu ilan ederken, bir yandan da dayatmacı bir tavır içine girilmesi yanlıştır.
Tayyip Erdoğan, Türkiye'ye hakaret yağdıran o kişilere kızmakta haklı. Ayrıca Türkiye, her yıl belirli bir miktar parayı Kıbrıs'a aktarırken, bunun verimli olarak kullanılmasının ekonomik zeminini hazırlamaya çalışabilir.
Buna mukabil, "Ülkemizden besleniyorlar; memurlar, 10 bin lira maaş alıyor" gibi cümleler ve Kıbrıs'ta tepki toplayan Yardım Heyeti Başkanı Halil İbrahim Akça'nın büyükelçi olarak atanması, bizi haklıyken, haksız duruma düşürmüştür.