Mehmet Ali, "Anne biz Meyra ile Umre'ye gidiyoruz" deyince, ona kızdım. "İnsan daha önceden haber vermez mi?" diye söylendim.
- Ben de gelirdim; hatta şimdi de gelebilirim.
- İşlemler çok uzun; yetişemezsin.
O da üzgün ama, yapacak bir şey yok; sadece 3-4 gün var önümüzde. Hemen turu organize eden Melek İpek'e telefon ediyorum.
- Bana da yer var mı?
- Pasaportunuzu Ankara'ya yollayın, elden takip edelim.
İlk engel: Pasaportumun bitimine bir yıl kalması gerekirken, benimkinin sadece 3 ay vadesi var. Uçar gibi Aksaray'daki Pasaport Şubesi'ne gidiyorum. Pasaportumu uzatıyorum. İşlem gecikmesin diye önce fotokopiler fakslanıyor Ankara'ya, arkadan kargoyla pasaportu gönderiyorum Melek Hanım'a.
İkinci engel: Suudi Elçiliği vize verecek ama Dışişleri'nden de kâğıt istiyor. Dışişleri Bakanı seyahatte, bu işlerle ilgilenen kişi de onunla beraber. Hemen Davutoğlu'nun özel kalemine müracaat ediyorum. Gürcan Balık'ın delâletiyle Dışişleri'nden kâğıdı alıyorum. Tabii Melek İpek'in samimi çabaları olmasa, ben gene yaya kalırdım. Melek Hanım, işler ters gittikçe moral de veriyor: "Merak etmeyin nasipse olur" vs...
Ve nihayet, büyük çabalarla işlemler tamamlanıyor. Mehmet Ali'den telefonuma mesaj: "Azmin elinden bir şey kurtulmuyor."
Son gün, İstanbul'da ağır kış şartları; kar yağıyor. Soluğu Fatih'te alıyorum ve Umre kıyafetlerimi seçiyorum. Pamuklu şalvar gibi pantolonlar, neredeyse bileklerime kadar uzanan tunikler; saçımı tutsun diye bone ve üzerine bağlayacağım başörtüler. Ayağıma soket çoraplar, sandalet ve Kâbe'de giymek üzere aldığım patikler...
***
Gidiş yolunda, Suudi Arabistan uçağında, Meyra inişe yakın siyah bonesini taktı; eşarbı bağlamaya çalışıyor. Ben ise, "Ayşe Teyze usulü" eşarbı, çenemin altından bağlamakla yetiniyorum. Tabii ki, uçak indikten sonra, gerektiği biçimde örtündüm.