Acıyla yüzleşmek.. hissetmek.. hazmetmek.. Acıyı, hayatın doğal bir parçası gibi kabul etmek. Sizi üzen, hatta kahreden bir olayla karşılaştığınızda yapmanız gereken bu.
Halbuki ben hadiseyi konuşmamayı, o olay üzerinde odaklanıp kalmamayı tercih ederim; başka hedefler belirleyip onlara ulaşmaya çalışırım. Bu, bir nevi "savunma mekanizmasıdır". Rüzgâr gibi Geçti filmindeki Scarlett Ohara gibi: "Yarın daha güzel bir gün olacak" derim. Meğer en kötüsü buymuş. Acını, hayal kırıklığını, korkularını paylaşacaksın; ağlayacak, sızlanacaksın. Aksi takdirde yaşananlar şuur altında birikiyor ve ruhu sıkan karamsarlık böyle oluşuyormuş.
Babamı yıllar önce kaybettim; 1972'de. Kızımın doğduğu sene. Kemal Ilıcak'ı ise 1993'te. İkisi de, hiç beklemediğim bir anda, meçhule gittiler: "Artık demir almak zamanı gelmişse cihandan / Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan" der gibi...
Düşünüyorum da ben o acıları paylaşmadan üzerlerini örttüm. Şimdi onları hatırladıkça gözyaşlarımı tutamamamın sebebi bu mu? Babamın vefatının ardından, doktor tavsiyesi ile işe başladım; "bir meşgalem olsun kafayı takmayayım" hesabıyla. Babam Yassıada'ya düşünce politikaya merak salmıştım, üniversitede siyasal bilgileri bu yüzden seçtim; vefat edince de mesleğe ilk adımımı attım; ruhumu sakinleştirmek için gazeteci oldum.
Kemal Ilıcak'tan sonra ise, zaten yas tutmaya vaktim yoktu, hayat mücadelesi beni bekliyordu.
***
Bir pazar günü, belki canınızı sıkacak bu uzun girizgahı, annemden söz etmek için yaptım. Biricik annemden. O artık pek çok şeyin farkında değil. İşte beni, bu kahrediyor. Hemen her gün Bebek'e, annemi ziyarete giderken, babamın yattığı Zincirlikuyu Mezarlığı'nın önünden geçiyorum.
"Her canlı ölümü tadacaktır" yazıyor. Ve her gün, annemin yavaş yavaş eridiğine, güçten düştüğüne şahit oluyorum. Ona
"Ben Nazlı.. Senin kızın.. Seni seviyorum.. Sen hepimizin başının tacısın" diyorum. Onu okşuyorum. Küçükken onun beni okşadığı,
"Mini mini kızım" diye sevdiği gibi,
"Mini mini annem" diyorum. Bazen bir ışık beliriyor gözlerinde, elimi sıkıyor, dudaklarını büzüp bana öpücük gönderiyor.
"Ben buradayım anneciğim, yalnız değilsin; beraberiz" deyip usulca sarılıyorum. Annemin eski fotoğrafları çerçeve içinde, yanı başında. Genç olduğu günlere ait.
"Güzel İhsan" diye anıldığı zamanlardan kalmış resimler. Babamla tanıştığı günleri anlatıyorum:
"Kuzguncuk'ta yalıda oturuyordunuz. Cemil Molla'nın oğlu sana âşıktı. Hatta yelkenlisine 'İhsan'
ismini koymuştu. Babam komşu evlerden birine misafir gelmiş, seni görüp çok beğenmiş, 'Bu kızı almadan gitmem'
diye tutturmuş... Sonra sizler ermişsiniz muradınıza.."
Annem güzelliğe karşı hep duyarlı olmuştur. Güzel giyinmeye, ikramın en iyisini yapmaya özen göstermiştir. Rumelili olmakla iftihar eder. Açık renkli insanları beğenir. Alafrangadır. Zaten Üsküdar Amerikan'dan mezun olmuş, babamla evlenip Ankara'ya gittiklerinde çeşitli ülkelerin sefireleriyle dostluk kurarak iyice Batı'ya yönelmiştir. Opera ve tiyatro zevkini küçük yaşlardan itibaren bize aşılamaya çalıştığı gibi, misafir ağırlama sanatının da inceliklerini öğretmiş, ağabeyim Ömer'e ve bana bir
"hayat standardı" vermeye çalışmıştır.
Burnundan kıl aldırmaz, lâfını esirgemez.. hayattaki tek zaafı, torunu Mehmet Ali diyebilirim. Mehmet Ali deyince akan sular durur. Hâlâ, Mehmet Ali adını duyunca çehresinde, gülümsemeye benzeyen bir hareketlenme ortaya çıkıyor; gözlerinde bir ışık beliriyor ve zor duyulabilen bir sesle mırıldanıyor:
"Onu ne çok severim"
***
Her gün canım acıyor, içim yanıyor. Bir tanecik annem yavaş yavaş gitmeye hazırlanıyor.
Bu defa, -boğazım sıkılır gibi olsa, panik ile korku ve endişe birbirine karışsa da- duygularımı paylaşmaya karar verdim. Hem de onbinlerce kişiyle... Hiç değilse, bir an maskeler insin diye düşündüm.
Evet
"Her canlı ölümü mutlaka tadacak." Bunu yaşayarak öğreniyorum. Acıyı yüreğimde hissederek, kahrolarak, çaresizlik içinde.