Dünya 2016'ya iyi haberlerle girmedi. 2015'in kriz ve kaos ortamı bu yıl da devam edeceğe benziyor. Dünya ölçeğinde ve bölgesel olarak meşru ve adil bir güç dengesi kuruluncaya kadar bu krizler büyüyüp derinleşecek ve belki de bunlara yenileri eklenecek. Bu krizleri yönetmek ve bir güç dengesi kurmak için büyük devletlere önemli bir sorumluluk düşüyor. Bunların da başında hiç şüphesiz Suriye krizi geliyor.
Beşinci yılına giren Suriye savaşı, Ortadoğu'daki barış ve istikrarı ağır tahribata uğrattı. Savaşın doğurduğu mülteci krizi Avrupa kıyılarına uzandı ve geçen Eylül ayında Aylan Kürdi bebeğin kıyıya vuran bedeni bir anda krizi manşetlere taşıdı. Aradan geçen zaman zarfında medyanın heyecanı dindi ama Ege ve Akdeniz'in sularında boğulan mülteci sayısı maalesef artmaya devam ediyor. Suriye savaşının beslediği mezhep gerginliği, tehlikeli boyutlara ulaşmış durumda.
Aylarca süren Cenevre ve Viyana görüşmelerinden sonra 2554 sayılı Birleşmiş Milletler kararı, Suriye için bir siyasi geçiş planı öneriyor. Fakat Rusya-İran-Suriye hattı ve onların emrindeki milis güçler, Esed rejimini ayakta tutabilmek için elinden geleni yapıyor. Doğu Akdeniz ve Suriye için yıkımdan başka bir şey getirmeyecek olan bu çaba, Suriye çözümünde umutları da gölgeliyor. Bu noktada uluslararası toplumun Rusya ve İran'ın çözüm imkanını ortadan kaldırmasına müsaade etmemesi gerekiyor. Bu ittifakın Suriye'deki ana hedefi muhalifler ve siviller. DAİŞ'le savaş, işin bahanesi.
Güç, Adalet ve Meşruiyet
Suriye krizi, cari küresel sistemin hasarlı ve kırılgan yapısını açıkça ortaya koyuyor. Kaotik düzenin temel sorunu, güç, adalet ve meşruiyet kavramlarının net bir şekilde tanımlanmamış olmasından kaynaklanıyor. "Ne tür bir güç?", "Ne kadar adil?" ve "Nasıl bir meşruiyet?" sorularını doğru bir şekilde cevaplamadan, siyasi, ekonomik ve askeri manada gücün meşru kullanımını teminat altına almak ve suiistimalini önlemek mümkün değil. 21. Yüzyılın temel çatışma ve kriz alanları, bu sorulara verilen eksik, yanlı ve adil olmayan cevaplarla doğrudan irtibatlı.
1648 Westphalia Antlaşması ile ortaya çıkan uluslararası düzen, iki temel prensibe dayanıyordu: Uluslar (ulus-devletler) birbirlerinin egemenlik haklarına tecavüz etmeyecek ve herkes tarafından kabul edilen güç dengesi, devletlerin güç kullanımında aşırıya gitmesini engelleyecekti. Adil ve işlevsel bir sistemin belkemiğini bu iki prensibin oluşturması bekleniyordu.
Fakat işin pratiği böyle olmadı. Avrupa, 17'inci yüzyıldan bu yana pek çok kanlı savaşa sahne oldu. 19'uncu yüzyıl Avrupa emperyalizmini iki dünya savaşı takip etti. Avrupa devletlerinin sınır tanımayan hırsları,Osmanlı İmparatorluğunu da Birinci Dünya Savaşı'nın içine çekti. Osmanlı'nın parçalanması ve yıkılması sürecinin ardından ortaya çıkan yapı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'yı, Avrupalı güçlerin istedikleri şekilde dizayn edebilecekleri bir kriz ve kaos coğrafyasına dönüştürdü. İkinci Dünya Savaşının sebep olduğu yıkım, herkesin malumu. Bugün Suriye savaşı üzerinden yürütülen güç mücadelesinin ve vekalet savaşlarının temel hedefi de Ortadoğu'da sürekli kriz üreten kaotik bir yapı inşa etmek.
Güç dengeleri ve dağılımı açısından baktığımızda meselenin özü şudur: Bazı ulus-devletler kontrolsüz bir biçimde güçleniyor ve bu gücü istismar ediyorlar. Buna karşılık diğer devletler kendilerini tehdit altında hissediyor ve vekalet savaşları yahut doğrudan müdahale yöntemleriyle mukabelede bulunuyor. Adil bir güç dağılımının olmadığı her krizde faturayı halk ödüyor.Rusya ve İran'ın Suriye üzerinden güç projeksiyonunda bulunma çabası, bölgedeki fay hatlarını hızla ve derinden tahrip ediyor.
Doğal Sınırlara Geri Çekilmek
Burada elbette başka unsurlar da var. Rusya'nın Çeçenistan ve Gürcistan'dan sonra Ukrayna ve Suriye'de ortaya koyduğu güç gösterisi, "istediğimi yaparım çünkü müeyyidesi yok" tavrından kaynaklanıyor ve uluslararası sistemdeki stratejik denge boşluğunu teyit ediyor. Nükleer görüşmelerin yolunda gitmesi ile cesaretlenen İran ise Suriye, Irak ve Lübnan'da desteklediği siyasi gruplar ve milis güçler üzerinden nüfuz alanını sürekli genişletmeye çalışan agresif bir politika yürütüyor. İran'ın hedeflerinden birisi kendisini dünyadaki bütün Şii Müslümanların lideri olarak konumlandırmak. Haliyle, İran'ın bölgeyi istikrarsızlaştıran agresif politikaları Arabistan'ın da tepkisini çekiyor. Bu son derece tehlikeli bir gidişat. Zira ne İran Şia İslamını, ne de Suudi Arabistan Sünni İslamı temsil ediyor. Bu tür kategorik ayrımlar, zaten pek çok yapısal sorunla boğuşan İslam dünyasını bölüp parçalamaktan başka bir işe yaramaz. Burada herkesin büyük bir sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekiyor.
Rusya-İran-Suriye ittifakı, Obama yönetiminin Suriye politikasının yarattığı boşluğu kendi lehine çevirmek için her tür riski göze almış durumda. Suriye yerle bir olurken, Lübnan'dan Irak'a, Yemen'den Pakistan'a kadar çok geniş bir coğrafyada çatışma ve gerilim ortamı giderek daha fazla maliyet üretiyor. Suudi Arabistan ile İran arasında yaşanan idam krizini ve ardından gelen diplomatik kopuşu, bu arkaplanı akılda tutarak değerlendirmek gerekiyor.
Suud-İran çatışması, iki ülke arasında yaşanan bir diplomatik krizin ötesine geçme potansiyeline sahip. Bu, Ortadoğu ve İslam dünyası için son derece tehlikeli bir gelişme. Bazılarına göre Pandoranın kutusu çoktan açıldı ve cin şişeden çıktı. Fakat bu krizi ihata etmek ve sınırlandırmak için atılması gereken adımlar var. Herkesin kendi doğal güç ve etki sınırına geri çekilmesi, yeni kriz ve çatışmaların önlenmesinde kilit bir rol oynayabilir.
Küresel düzenin adil ve meşru bir güç dağılımına ihtiyacı var. Bütün milletlerin kendilerini güvende hissettiği, sınırların korunduğu, güç unsurlarının kontrol altına alındığı ve ortak coğrafya tasavvuruyla hareket edilen bir ortamda yeni çatışmaların önüne geçmek mümkün olacaktır. Bunun için küresel ve bölgesel güçlerin taşıdığı sorumluluğu yerine getirmesi gerekiyor.