Ak Parti'nin oy kaybının faturasının sadece çözüm sürecine çıkarılmaması gerektiği tezine katılıyorum. Gerçi şu sıralar yapılan çalışmalar sebepleri tafsilatıyla ortaya koyacaktır ama süreç dışında da etkili olan faktörlerin başında gördüklerimi paylaşmak isterim.
Öncelikle, aşağıdaki eleştiri ve önerilerin çoğunu seçim öncesi de dile getirdiğimi not düşmek isterim. Nisan sonlarında, Ak Parti'yi, başında Erdoğan olmadan gireceği bu ilk seçimin zorlukları hakkında şöyle uyarmıştım: "Seçmende, 13 yılın getirdiği bir yorgunluk veya kanıksamışlık olabilir. Sadece Ak Parti'nin yaptığı hizmetleri anlatmak ve özgürlüksivillik gibi 'boş gösteren'lerle teorize edilen bir anayasa vaat etmek halkı motive etmeye, sandığa götürmeye yeterli mi? Ya da 'nasılsa iktidarlar' deyip mesaj olarak başka partiye oy vermekten alıkoyabilir mi? Ak Parti'nin önündeki esas soru budur.
Aynı bağlamdaki sonraki yazıyı da şöyle bitirmiştim: "Vesayet odaklarını tekrar kalkmamak üzere yere serecek, yeni bir anayasa ve idarî sisteme Türkiye'yi taşıyacak bir 'altın vuruş' seçimi söz konusu. Tek bir kişinin dahi meseleyi bu zaviyeden görmesini sağlamak elzem."
Ak Parti ise, geçmiştekinden farklı olarak, ilk kez bir seçime 'hikâyesiz' girdi. Seçmene, ona heyecan verecek, külli bir mücadelenin parçası olduğunu hissettirecek herhangi bir çağrıda bulunmadı. Şu anki koalisyon tartışmalarının çizdiği kısırdöngü tablo karşısında gerekliliğini acıtıcı biçimde hissettiğimiz parlamenter sistemin dönüştürülmesi ihtiyacını vurgulamadı. 'Sistem değişikliği' ve yeni anayasa vaadinin gölgede kaldığı bir kampanya, vesayetle mücadelenin sanki bittiği gibi bir imaj tercih edildi.
Yine ocak-mart aylarında, Davutoğlu ile Erdoğan arasında soğuk rüzgârların estiğini hissettiren bir dizi hadise yaşandı ve Gökçek-Arınç kavgasında zirveye ulaştı. Partinin karizması fena halde çizildi. Nitekim mart sonundaki anketlerde Ak Parti'nin oyu hep %40'ların altında seyrediyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 'sahaya inmiş' olsa da, parti ile arasında bir ikilik olduğu intibaı aşılamadı.
Buna; aynı zamanda bir 'Kürt metropolü' olan İstanbul'da, ayrıca HDP'nin ilk kez vekil çıkardığı Antalya, Bursa ve Kocaeli'nde nerdeyse hiç Kürt aday gösterilmemesini, bölgede ise Mehmet Ağar döneminde görev yapmış kişiler aday gösterilirken 'dindar Kürtler'in âdeta liste dışı kalmasını, Ülke genelindeki pek çok ilde halktan kopuk, normalde o şehirde bile yaşamamış/yaşamayan, on ilde o ilden adaylık başvurusu bile yapmamış kişilerin aday gösterilmesini,
'Seçim ekonomisine karşıyız' denilerek örneğin emeklilerin cüzi taleplerinin bile karşılanmamasını ve devamlı muhalefetin ekonomi vaatlerine cevap verilerek 'savunmada' kalınmasını,
Seçmenin, 'hizmet siyaseti' noktasında belli bir doygunluğa ulaştığı gözetilmeden, 'Onlar konuşur, Ak Parti yapar' sloganında kristalleşen, bol bol eski icraatların anlatıldığı bir kalıp ve eskisinden farklı olarak gelecekten çok geçmişin konuşulduğu kampanya temasını,
Başbakan Davutoğlu'nun, Doğan Medyası'na çattığının ertesi günü, Ali ve Mustafa Koç ile Aydın Doğan'ın damadı Yalçıntaş'ın da aralarında olduğu bir grup işadamıyla görüşmesini ve Hürriyet'in de bunu manşetten vererek 'ortayı gole çevirmesi'ni,
Kimsenin anlamını bilemediği, güvenden çok belirsizlik aşılayan 'İkinci yarı başlıyor' gibi sloganların, folklorik öğelerle dolu ve didaktik (üstten/ öğretici) tonda yapılan reklamların istenen etkiyi uyandırmamasını da ekleyebiliriz.
Şüphesiz daha pek çok faktörün söz konusu olduğu, zorlu bir seçim dönemiydi. Başbakan Davutoğlu, müthiş bir performansla 81 ile gitti ama halktan beklediği dönüşü alamadı. Dileriz bir sonraki dönemde, Başbakan'ın dediği gibi halkın verdiği mesaj daha iyi okunup değerlendirilir. En çok oyu almasına rağmen, en çok iç muhasebe yapanın da Ak Parti olduğu göz önünde bulundurulursa ümitvâr olmak için sebep çok...