En bedbaht insan yaratanını unutup nefsini ilahlaştıran insandır. Bu insan nefsinin ve aklının taleplerini Rabbin yerine koyar. Kendi hayal dünyasında bir dünya kurar. Kendine göre kurallar, kutsallar, evetler, hayırlar koyar. Artık onun için ne yaratanın, ne kitapların, ne de peygamberlerin bir önemi yoktur. Zira saydıklarımı reddeden her insanın varacağı yol bu yoldur.
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz
Ya hayatı boyunca böyle yaşar. Kendince bir din kurar. Hatta yer yer bu dinine uygun olan ayetler, hadisler okur. Kendini oyalar. Böyle yaşar. Böyle devam eder. Veyahut da hayatının ilerleyen yaşında nefsini ilahlaştırmaktan vazgeçip nefsine, aklına döner ve ömrü nihayetinde yarım yamalak bir tövbe ile hayatını sonuçlandırır.
Dini yalanlamak veya yaşamamak, şeytana aldanmak Hz. Adem döneminden kıyamete kadar devam edecek. Hz. Adem'in öz oğlu Kabil, Hz. Nuh'un oğlu Yam, Hz. Nuh'un, Hz. Lut'un eşleri, Hz. Musa'nın yakını Karun, Hz. İsa'yı jurnalleyen isim, Hz. Yusuf'un kardeşleri, Hz. Peygamber'in amcası Ebu Leheb bu sınavı kaybedenlerdendi. Bir kısmı hasetten, bir kısmı inattan, bir kısmı küfründen dolayı hem de en yüce olanların yanındayken kaybettiler. Uzaktaki iman etti. Yakınındaki isyan etti. Küfür etti.
Demek ki şeytana ve nefsine aldanan mutlaka bir bahane bulur. Bahane hazır. İllaki hata görmesi gerekmiyor.
Hatayı da, bahaneyi de üretir. Bir defa adam çizgiden çıktı mı, şeytan yaptığını ona hoş ve güzel gösterir. Bütün peygamberler bunu yaşadılar. "Allah'a andolsun! Senden önceki topluluklara da mutlaka elçiler göndermiştik. Fakat şeytan (o ümmetlere) yaptıklarını allayıp pulladı. Bugün de şeytan öylelerinin velisidir. Onlar için dehşetli bir azap vardır." (Nahl,63)
Kişi heva ve hevesini ilah edinince
Günah işlemek farklı, günahı meşru görmek farklı. Kul hakkı yiyen günahkar olur. Kul hakkını yemeyi hakkı gören dinle bağını koparır. Onun için Kur'an zevkini, isteğini, hevesini, arzusunu, keyfini, aklını ve gidişatını ilah edineni yerden yere vurur.
Günah işleyen için tövbeyi öngörürken, nefsini ilah edineni şirkten vazgeçmeye çağırır. Cevap verecekse tabii..
Hz. Peygamber (s.a.v.)'e sesleniyor Kitabullah:
"Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir. Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?" (Casiye, 23)
Allah'tan uzaklaşan mutlaka yolun sonunda tutkularını tanrı edinir.
O sanır ki, her şey bu alemden ibarettir. O sanır ki doğdu, yaşadı ve öldü. Ve sonrası koca bir yokluk. Bunu düşünen koca bir yalana teslim olmuş kendini aldatmıştır esasen. Zira böyle biri Allah'a teslim olması gerekirken -Cessas'ın dediği gibi- nefsine teslim olmuştur. Nefsi günden güne değişir. Farklılaşır. Onu savurur bırakır.
Kur'an onların oyalanmasını konu edinir:
"Dediler ki, bu dünya hayatımızdan başka bir şey yok! Ölürüz ve diriliriz. Bizi zamanın akışından başkası helaka uğratmıyor." (Casiye, 24)
Bu determinist-natüralist adanmışlığı Kur'an silkeliyor: "Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur." (Casiye, 24) Zira bu aldanmışlar nefislerini puta çevirip nefislerine tapınınca bu yanlış inanış hakikatin önüne bir perde oldu. Artık görme yeteneğini kaybederler.
Heva, heves, akıl, tutku, zevk ve hazların ilahlaştırması çağdaş insanın önündeki en büyük beladır. Dinin yanlış uygulanmasından veya istismarından kaçınan bazı hassas insanlar dinin doğru anlaşılmasına kavuşurken bir kısmı da savrulur ve bu girdaba yakalanır. Yanlışı bertaraf edip Allah ve peygamberiyle yol alacağına, şer ve kötülüğe teslim olur. Bir müddet sonra da yaşadığına iman eder. İman ettiğine de saplanır ve kalır.
Maun Suresi
Maun Suresi; dini yalanlayan, Rabbe boyun eğmeyen bir insanı batıl bir prototip olarak sunarken hayret edici bir formla takdim eder. Ayetler hem soruyor ve hem de sorguluyor. Ve hem de inançsızlığı ahlakına ve huyuna yansımış o çirkin modeli vicdanımıza havale ediyor:
Sure şöyledir:
1- Dini yalanlayanı gördün mü
2- İşte o, yetimi itip kakar
3- Yoksulu doyurmaya teşvik etmez
4- Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki
5- Onlar namazlarını ciddiye almazlar
6- Onlar gösteriş yapanlardır.
7- Ve hayra -iyiliğe de- mani olurlar. (Maun,1-7)
Bu sure dini yalanlayanın çirkin ahlakını sorguluyor. Bu ve benzeri ayetler belli bir isim için inse bile, kapsamı bütün benzerlerini kuşatır. Dini yalanlayan ve her iyiliği yalanlayan bir insan tipi. Yetimle iyi değildir. Yoksulu da kovalar. Küfür ve kötü ahlak birleşir bu türden insanlarda.
Peki dini yalanladığı halde iyilik yapan yok mu hiç? Elbet vardır. Vardır da, dini yalanlamasının nihayetinde, bu halin onu getireceği akıbetine işaret ediyor aynı zamanda Kur'an.
Bir de soru var ayette. Hayretle dolu. Nasıl olur da dini yalanlar. Nasıl olur? Gördün mü Muhammed bu tip adamları? Sen de hayret ediyorsun değil mi? Ama bak Allah'tan ve senden uzaklaşışın getirdiği akıbete bak. Yetime de, yoksula da mesafelidir.
Maun'dan Müslüman'ın payına düşen
Yüce Rabbimiz adaleti sever. El-Adl adil olmak, bütün her şeyde adaleti gözetmek O'nun isimlerindendir. Rabb, Allah'ın gönderdiği dini yalanlayan, yetim ve fakiri kovalayan hasta adamı tanımlarken dinine hevasını, gösterişini, menfaatini karıştıran Müslüman'a da göndermede bulunuyor. Ve hem de yedi ayetlik kısa bir sure içinde dini yalanlayanla, dinde gösteriş yapanı aynı satırlar içinde önümüze koyarak. İbadetini ciddiye almayan ve gösteriş yapan Müslüman'ın akıbeti de ileride bu dini yalanlayıp yetim ve yoksulu reddeden gibi olmasın.
Belki Müslüman'a olan bu uyarı 'dini yalanlayan' inançsız insana olan uyarıdan daha çarpıcıdır. Zira o uyarıdan önce kullanılan kelime 'veyl' olsundu. Yani yazıklar olsun. Yazıklar olsun namazı ile gösterişi kardeş yapana.
Neticede; dini yalanlayan ve hevasını ilah edinen kişi Allah'tan kaçarken şeytana çarpılan bedbaht kişidir. O Allah'tan gayrisine sığındı mı, ya nefsini, ya hevasını veya şeytanını ilah edinir. Başka sonuca varamaz.
***
Günahkâr rahatsa ibret al
Sahabeden Ukbe, Efendimizin (s.a.v.) şöyle haber verdiğini aktarır:
"Bir insanı günahta ısrar ettiği halde Allah'ın ona istediği her şeyi verdiğini görürsen, bilin ki bu durum o kişi için çetin bir imtihan ve aldatmadır." Aslında 'istidrac' dediğimiz bu çetin imtihanı şu ayet daha anlaşılır hale getiriyor:
"Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine her şeyin - her nimetin ve imtihanın- kapılarını açtık. Kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık.
Birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.
(En'am, 44) Kul hakkı yiyen, haramdan kazanan, harama harcayan, vicdansız olan, şerrinden korkulan, hiçbir iyilik hamlesi içinde olmayan bir insanın hayattayken problemsiz olarak yaşadığını görürsen bil ki Allah (c.c.) onun hesabının tümünü ahirette verecektir.
***
Bağışlanma dileyelim
Buna dini literatürde -istiğfar- deriz. İstiğfar bağışlanmayı dilemektir. 'Bağışla beni Ya Rabbi' sözü kalpleri temizleyen, günahın lekelerini gideren temiz bir su gibidir. Kişiyi isyan çukurundan tövbenin aydınlığına çıkaran gizemli bir sözdür, Allah'ım beni bağışla sözü.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) de duasında bol bol kullandığı sözdür istiğfar. Beni bağışla Ya Rabbi! Ey Müminler! Topluca Allah'a tövbe edin. Umulur ki bu yolla felaha erersiniz (Nur, 31)
Nuh peygamberin tufandan önce kavmine fısıldadığı gizemli sözdür bu söz. Hz. Nuh şöyle diyor:
'Ben (kavmime) dedim ki, Allah'tan bağışlanma dileyin. O çok bağışlayıcıdır.' (Nuh, 10-12)
İstiğfar sadece sıkıntılı anlarımızda değil de hayatımızın her anında bize yoldaş olmalıdır. Çünkü 'Allah'ım affet, bağışla' sözü kurtuluşun şifresi olabilir.
***
Yüz kez 'Bağışla Rabbim' derim
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: Ben her seher vakti yüz kez 'Allah'ım beni bağışla' derim. Sonra cemaatini topladı ve şöyle haber verdi: 'Ey insanlar! Allah'a yakarın ben günde -gündüz vakti- 100 kez Allah'a yakarıyorum'.
***
Erişilemez zirve: Hz. Muhammed (s.a.v.)
"Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." buyurmuştu peygamberimiz. Allah dini tamamladı. Şöyle buyurdu Rabbimiz: "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslam'dan razı oldum." (Maide, 3)
Din ve ahlak
Kur'an ve Hz. Muhammed'le (s.a.v.) tamamlandı. Biz Müslümanlara düşen bunu edep, adap ve hakkını vererek uygulamak.
Ahlakın zirvesi olan Hz. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Bir Müslüman ölür de, borcu kalırsa o borcu ödemek bana aittir. O borcu ben ödeyeceğim. Bir Müslüman ölür de, mal bırakırsa o mal mirasçılarına kalacaktır."
Ahlaka bakın. Ölçüye bakın. Gani gönle bakın. Edebe bakın. Kuşatıcılığa bakın. Ve sonra İslam'ın hakkını verip veremediğimize bakın. Tümümüz buna dahiliz. Eksik kimde diye bakmadan, eksiği kendimizden başlatarak.
***
Sihir ve büyüden nasıl korunabiliriz?
Dinimiz sihrin haram olduğunu söylemiştir. Zira sihir ve büyü insana zarar vermeye endekslenmiştir. Buna ilaveten sihir ve büyü gelecekten (yalan) haber verdiğini iddia eder. Geleceği bildiğini iddia eder. Halbuki geleceği ancak Yüce Allah bilir.
Kur'an-ı Kerim; sihir yapanların şerrinden Allah'a sığınmamız gerektiğini öğretir bize (Felak, 4; Bakara, 102)
Hakikati ve etkisi olmayan bir şeyden sakınmamız emredilmez. Göz boyama, psikolojik etki veya şerrin desteklediği bir eylem olsun sihrin her türü haramdır. Dinimiz sihri büyük günahlardan saymıştır. Sihir ve büyünün her türü daha önceki milletlerde de vardı. Hz. Musa ve Hz. Süleyman döneminde sihrin zirve yaptığını biliyoruz. Kur'an ve Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) sihrin her türlüsünden uzak durmamızı emreder.
Büyücüler ve sihirbazlar geleceği bildiklerini iddia ederler ki bu büyük bir yalandır. Büyücü ve sihirbazlar şer güçleri insanlar üzerine yoğunlaştırırlar ki bu haramdır. Büyücü ve sihirbazlar var olmayan bir gücü kendilerinde vehmederler ki bu bir aldatmacadır.
Sihir ve büyüden korunmak için Allah'a sığınmak lazım. Bu tür çirkin işlerden uzak olmak gerekir. Felak ve Nas'ı çok okumalı, şerrin definden Allah'a yönelmeliyiz.
Allah her yerde midir?
Herhangi bir mekanda ve zaman dilimi içinde bulunmak ihtiyacı yaratılmışlara aittir. Onun için Yüce Allah hakkında şurada, burada gibi ifadeler doğru ifadeler değildir. Yüce Allah bir mekana ve zamana muhtaç olmadan zaman ve mekanı yaratandır. Mekan ve zamandan münezzehtir. Yüce Allah hakkında, göktedir, arşı kaplamıştır, kürsüsü şöyledir gibi ifadeler mecazi birer ifade olarak yorumlanmalıdır. Bu tür ifadeler Allah'ın yüceliğine işarettir. Zira Yüce Yaratıcı hakkında kemiyet ile değil tecellisinin keyfiyeti ve isimlerinin yansıması ile düşünmek bizi 'Mücessime' gibi anlayışların girdabından korur.
Allah'ın varlığı mahlukatın varlığına benzemez. Allah görür ve fakat görme duyusuna muhtaç olmadan, Allah işitir ama işitme duyusuna muhtaç olmadan işitir. Allah 'rezzaktır' çok rızık verendir ama kulların 'rezzak' çok rızık verenine benzemeden rezzaktır. İsim ve sıfatlarda telaffuzu aynı olsa da mahlukata benzemez. Hiçbir şey O'nun gibi olmaz.
Kısacası Yüce Allah hakkında kanaat serdederken, konuşurken, benzetme yaparken mevcut olan evrenin ölçütlerine göre hüküm vermek doğru değildir. Allah (c.c.) vardır. Varlığına iman ediyoruz. O (c.c.) kendini nasıl tanıtmışsa, bildirmişse onu öyle bilir ve kabul ederiz.